İç Asya’da Milattan Önceki Binyılda Türklerin Atalarına Atfedilen Kültürler

 




Yazan: Dr. Emel ESİN

Türkistan’ın kalbinde, bugünkü Kazakistan’ın başkenti Alma-ata’nın doğusunda, Esik (veya Issık) çayı kıyılarında, M.Ö. V.-IV. yüzyıllardan bir mezarda, Kök-Türk (Göktürk) harflerinin arkaik bir şekli ile, Türkçe sanılan bir yazı bulunmuştur.1 Bu keyfiyet, Türk tarihinin sandığımızdan daha çok kadîm devirlerde başlamış olduğu imkânını ortaya çıkardı. Böylece, Türk kültür tarihinin başlangıcını bulmak için Esik devresine ve Eurasia’da ilk yerleşik kültürlerin bitip, atlı çoban yarı-göçebeleri kültürünün başladığı devir sayılan M.Ö. IX.-VIII. yüzyıllara kadar geri gitmemiz gerekiyor. Fakat derhal itirâf edelim ki, erken devirlerdeki araştırmalarımız şüphelerden ârî kalamayacaktır. Yazılı vesîkalar olmayan mezarlarda, Türklerin atalarını diğer ilk atlı göçebelerden ayırt etmek, antropoloji ışığında dahi kolay değildir, çünkü M.Ö. bin yılda bile, İç Asya göçebeleri birbiri ile çok karışık ırklardan müteşekkil bulunuyorlardı. Bugünkü durumda, antropologlar, arkeologlar ve maddî kültür tarihçileri geniş çizgiler ile şöyle bir levha çizmektedirler.2 Doğu Asya’da bugünkü Moğollar, Tibetliler ve Tunguzlara benzeyen ve bu sebepten Mongoloid diyeceğimiz, kısa boylu, kuvvetli yapılı, kimisi geniş, diğerleri dar yüzlü, ezikçe burunlu, çekik gözlü, az kıllı, köseliğe mütemayil boylar yaşıyordu. Fakat Mongoloidler daha M.Ö.’ki bin yılda, batıda, Kama kıyılarına kadar ilerlemişlerdi (Ananin kültürü mensupları, bkz. Böl. 1/5). En kuzey bölgelerde, bugünkü Eskimolara benzeyen, Mongoloid vechede, fakat Mongoloidlerden daha uzun başlı bir ırk yaşıyordu. Bugünkü Avrupalılara benzedikleri için Europeoid diyeceğimiz, bugünkü Europeoidlerden daha geniş yüzlü, fakat onlar gibi uzun başlı, uzun boylu, sarışın bir ırkın merkezi Sibirya’da Kem (Yenisey) ve Ertiş (İrtiş) ırmakları kıyıları idi. Kem bölgesinde, M.Ö. 2000-1200 yılları arasında uzanan Afanasiev ve Andronov kültürleri bu ırka mensup boylarca vücuda getirilmişti. Bunların daha Mongoloid Doğulu ırklarla karışmasından meydana gelen Karasuk kültürüne (M.Ö. 1200-700) mensup boyların, tarihi Türklerden Kırgız ve Kök-Türklerin ataları arasında olduğu bugün galip gelen görüştür. Kuzeydoğuda, mümâsil, fakat daha geniş başlı bir ırk, Baykal gölü çevresine, ve bugünkü Doğu Türkistan ile Çin’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Tarihî Türklerden Uygurlar gibi muhtelif boyların bunlardan türediği zannedilmektedir. Doğu bölgesinde Europeoid ırk, daha geniş başlı bir veche alıyor ve Mongoloidler ile karışıyordu. Orta Asya’nın Batı ve güney bölgelerinde ise Sümerlilere ve Dravidoidlere (bugünkü Dravid dillerini konuşanlara) benzeyen ve Moorcrof’ta göre bazısı Mongoloid olan insanlar yaşamakta iken, milattan önceki binyılın başında, İranlı-hindli boyları, Orta Asya’ya yayılmış ve eski milletlerin yerini almışlardı. Bugünkü İranlılara benzedikleri için İranoid diyeceğimiz tipte insanlar, Persepolis kabartmalarında, kısa boylu, badem gözlü, büyük gaga burunlu, çok kıllı, kıvırcık sakallı, ve renkli tasvirlerde ise siyah saçlı olarak gözükmektedir. Tarihî Türk devrinden yanî Türkçe yazıların çıktığı çağlardaki mezarlarda, yukarıda anlatılan tiplerin başlıcalarının, muhtelif derecelerde birbirlerine karışık olarak, temsil edilmekte olduğu, Ginzburg ve Trifonov tarafından ifade edilmektedir.

Kültür bakımından, birbiri ile çok karışan ve aynı tarz hayat süren atlı çoban ve avcı göçebelerin, ırkları ne olursa olsun, benzer eserleri vardı. Göçebe hayata uygun ve taşıması kolay eşya vücuda getiriliyordu. Kürkten, deriden, keçeden, yünden örtüler ve kıyafetler; ata binmeğe yarayan, çakşır, çizme, mintan, kaftan, börk gibi elbiseler ve onların tezyinatı; kemer ve at koşumu tokaları, insanların ve çadırların üzerinde taşındığı kagnılar; çadır takımları ve silahlar gibi. Göçebeler silahlar arasında bilhassa ok ve yay kullanmakta mâhir idiler. Nitekim, Çinlilerin “Mao-tun” dediği ve adının Bagatur olduğu anlaşılan Hun hükümdarı, M.Ö. 177’de “Yay çeken milletlerin hepsini birleştirdim” demekte idi (de Groot, 1, 76). Okçuluğu bu İç Asya göçebeleri geliştirmişti. Bütün Eurasia göçebeleri, Çinlilerin k’ing-lo, Herodotos’un akinakes diye muharref şekilde kaydettiği kılıç ve kamaları kullanıyorlardı.3 Shiratori k’ing-lo kelimesinin Türkçe kılıç’tan muharref olduğunu sanmakta idi. Pulleyblank’a nazaran akinakes kelimesinin aslı belki İrânî dillerden gelmişti. Egami’ye göre akinakes’in aslı Türkçe “kıngırak” idi (iki yanı keskin düz kama). Biz de bu kelimeyi kullanacağız. İç Asya göçebelerinin çoğu bir savaş tanrısına tapmakta idiler ve bunun maden işçiliğini, silahları icat ettiği sanılarak, kılıç gibi silahlar bu mabudun timsâli addedilmekte idi.

Eurasia ilk göçebelerinin sanatı, hamâsî üslûpta idi. Hayatları savaş ve avcılıkla geçen göçebe sanatkârları, bu konulardaki sahneleri, edebiyatta destan üslûbu denecek bir tarzda, plastik sanatlarda da tasvîr ediyorlardı. Çoban ve avcı olarak, hayvanları yakından tanıyor ve mahâretle resmedebiliyorlardı. Üslûpları realist (gerçekçi) olmakla beraber, naturalist (tabîata yakın) değildi, çünkü, heyecanlı olayları anlatırken, mübalağalı ifadelere kaymakta, şekilleri tabîat dışında görünüşlere sokmakta idiler. Göçebe üslûbuna realist-expressionist (gerçekçi, fakat mübalağalı) denmektedir. İç Asya’da zamanımıza kadar yaşayan destanlardan bazısının, bu arada Dede Korkut menkıbelerinin, çok eski olduğu kabul edilirse, bu destanların tasvirlerin ilk göçebelerin sanat eserlerinde görmek mümkündür. Göçebelerin eserlerinde, M.Ö. bin yılda yaşamış “er”leri (eski Türkçede kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplik destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun mâhiyeti aldığı sahneleri görmekteyiz. Ongun, kurban, veya totem (ata sanılan ongun) mâhiyetindeki hayvanlar, her yerde aşağı yukarı aynı cinsten, at, geyik, dağ keçisi, boğa, kaplan, kurt, su kuşu, yırtıcı kuş gibi motiflerdi. Bazen, belki göçebelerin dinî inançlarından dolayı, zoomorfik motifler, efsanevî bir vecheye bürünerek, hayalî, muhtelit azâlı mahlûklar ortaya çıkıyordu.

Bazı motiflere verilen heraldik (ongun ile ilgili), veya totemik (ata sayılan ongun ile alâkalı) manâların bir netîcesi olarak, bunlar boy veya şahıs damgası olan bir piktogram (basîtleştirilmiş resim), daha sonra fonogram (bir ses ifâde eden piktogram), hatta yazı harfi şekline girebiliyordu.4 Meselâ, Mannay-ool, Kök-Türk Kagan sülâlesinin damgası olan dağ keçisi piktogramının M.Ö. VIII. yüzyıl sıralarındaki motiflere kadar geri gittiği kanâatindedir. Zuev, Kök-Türk Kagan soyunun atlarına vurulan kuş şeklindeki damgayı bir totemik menkıbeye bağlar. Rudenko, bir şeklin basitleştirilmesi ve tahrîfini, göçebelerin kullandığı sanat tekniklerinin de bir icâbı sayar. Renkli keçelerin bir levha teşkîli için birbirine eklenmesinde, halıcılıkta, tahta, veya maden sanatlarında, motifleri en karakteristik hatlarına ve geniş çizgilere ircâ ile basitleştirmek gerektiğine dikkati çeker. Her halde, basîtleştirme ameliyyesi bir adım daha ileri giderse, kendi-kendine piktogram, ideogram ve daha sonra, fonogram mâhiyetinde harf ortaya çıkıyordu. Hatta Aristov, Orkun ve Kiselev’e göre Kök-Türk fonogramları ve harfleri çok kadîm devirlerde damgalardan gelişmişti.

İlk Eurasia göçebelerinin inançlar ve kosmoloji bakımından, yerleşik muhîtlerle de kültür alışverişinde olduklarında şüphe yoktur. İlk Eurasia göçebeleri bulundukları yerleşik çevrelerden tematik, ikonografik (konu ve tasvîrler ile ilgili) teknik, hatta bir az da stilistik (üslûp ile ilgili) ilhâmlar da alıyorlardı. Meselâ, Çine yakın olanlar maden dökme sanatının (Kâşgarî’nin tabîri ile “koyma” tekniğinin) Shang ve Chou muhîtlerinde M.Ö.’ki bin yıllarda bile gelişmiş bulunan inceliklerini; hayvan başı şeklinde kabzası bulunmakla tebârüz eden, yatağan gibi eğri kamaları, sapsız madenî aynaları öğreniyorlardı. Tezyînât ve ikonografi bakımından Çinliler, bugünkü Kuzey Çin’de yaşayan göçebeler ve bu meyânda Türklerin de katkısı ile, kâinâtın manâsını izâha çalışan bir kosmolojik sistem ve ideogram’lar (bir mefhûm ifâde eden şekiller) ile piktogram’lar icât etmişlerdi. Hatta kosmik tasavvurları, tek ve çift çizgiler ve noktalar gibi işâretler ile ifâde eden, Çincede kua, Türkçe de ise “ırk” denen bir kriptografi (gizli yazı) bile geliştirilmişti. Başka-başka mahlukların azâlarından müteşekkil, tabîat dışı bir yapma tasavvur olan şekiller de düşünülmüştü (“T’ao-t’ieh” denen, Çinin kuzeyindeki göçebelerin savaş tanrısının kesik başını tasvîr eden maske ile “K’uei” denen erken Çin ejderi gibi). Çin’de erken çağda, ekserî dört köşeli şekiller alan bu remzlerin husûsiyetleri, belki yalnız üslûp bakımından, belki de mefhûm niteliği ile, Doğuda yaşayan göçebeler arasında yaygın bulunuyordu.

Yakın Doğu sınırlarındaki Eurasia göçebeleri ise, Elam, Asûr, Keyler devri Fars ve Yunan sanatlarının, tabîata yakın ve seyyâl üslûbunun câzibesini duyuyorlardı. Yakın Doğu’da, muhtelif azâlı, yapma şekiller bile, tabiî uzuvlardan müteşekkil oluyordu. Karadeniz’in kuzey kıyılarında, Yunan-Skit sanatkârlarının maden yontma ve kalıp çakma tekniklerinde eriştikleri olgunluk, göçebe ustalara ilhâm veriyordu. Eurasia göçebelerinin, Doğu’da Sarı Deniz’den, Batı’da Etil boyuna ve Akdeniz’e varan göçleri ile, uzak kutuplardaki Çin ve Yakın Doğu yerleşik medeniyetleri, birbirinin ayrı üslûplarından haberdâr olabiliyorlardı.

İç Asya atlı çoban göçebelerine yukarıda kullanılan “yarı-göçebe” adının verilmesine başlıca sebep, bunların muayyen yazlık ve kışlık yerler arasında göç etmeleri ve türbe ile kaleler gibi yapılar inşâ etmeleri idi. Yarı-göçebelerin yapılarının en basîti, otagın yanî ortasında ocak ve tepesinde baca (tügünük) vazîfesini gören delikli bir kubbe olan çadırın “kerekü” taklîdi idi.5 otagın taklîdi, ağaçtan ve balçıktan veya taştan olabiliyordu; köşeli veya yuvarlak planda bir mesnet üzerine kurulmuş bulunabiliyordu. Bunun yuvarlak planda olanına Türkçe “teğirmi tam” (değirmi yapı) deniyordu. Balçık ile tahkîm edilmiş otag şeklinde ağaçtan yapıya, da örülmüş dallardan müteşekkil otaga verilen “kerekü” adı teşmîl ediliyordu. Bugünkü Altun-yış (Altay) Türkleri otaga benzeyen kütükten yapıya “yurt” demektedir. Modern arkeologlarm dilinde otaga benzeyen yapının adı “Türk odası” dır. Böylece otag, taklîdi oda ve her ikisinin merkezinde yer alan ocak arasındaki bağlar belirmektedir.

Soğuk iklîmlerde tabîî şekilde kullanılan ocak, İç Asya’da, boy timsâli idi ve dinî bir manâ da taşırdı.6 Doğuda,7 savaş tanrısı ibâdeti ile ilgili bir mâhiyet alan maden işçiliği âyînleri de, ocak başında yapılıyordu. Ocak tanrısı ve tanrıçasına kurban ve “saçığ” (saçı) ile “tökük” (şarap dökmek) şeklinde hediyeler de arz ediliyordu. Ocağın etrafındaki mekânın kosmografik manâ alması, kubbenin göğe teşbîhi, dört yön ve kapı eşiği tanrılarına tapılması gibi âdetler, Çin kaynaklarında, kadîm Chou (M.Ö. 1059-249) devrine izâfe edilir (Chouların ekserî boylarının Türk olduğu Eberhard tarafından gösterilmiştir). Fakat otaga benzer yapılan bütün İç Asya’da yaygın idi.8 Erken Taş devrinde ve daha sonra, Aral gölünün batısından Sibirya’ya ve Orta Asya’ya, Geç Taş devrinden itibâren de henüz Çinlileşmemiş bulunan ve o devirde İç Asya göçebelerinin Doğudaki vatanı olan bugünkü Kuzey Çin’e kadar, otaga benzer yapılar mevcuttu. İç Asya göçebelerinin, M.Ö.’ki bin yılda, surlar içinde yerleşme bölgeleri de olduğu aşağıda anlatılacaktır.9

Yazılı kayıtlarda Mîlâttan önceki bin yıldaki Türkleri aramağa başlayınca, bütün Eurasia’da, Doğu Avrupa’dan (Yayık ırmağı), Kuzey Çin’e kadar, Türkler ile ilgili rivâyetler, tahmînler, ve hattâ, Esik’teki gibi, Türkçe olabilecek yazılar ile karşılaşmaktayız. Tarihî devirde Türk olarak bilinen boylardan bazıları hakkında ise, M.Ö. II. M.S. III. yüzyıllara ait Çin kaynaklarında, bilgilere rastlanmakdadır.10 Bu boyların başlıcaları şunlardı: Çinlilerin “Ti” veya “Tik” dediği, Çin’in kuzey­batısında yaşayan ve Çinli olmayan boyların adı, de Groota göre, “Türk”den muharref idi. “Ti”lerin al rengi ile tavsîf edilen bir kolundan indikleri Çin kaynaklarında rivâyet olunan, Çinlilerin “Ting-ling” dediği boylar da, bugünkü araştırıcıların çoğu tarafından Türk sayılmaktadır. “Ting-ling”lerin ve onlarla yaşayan, tarihî devirde Türk olarak ortaya çıkan Kırgızların aslen Avrupalılardan olup sonradan Türkleştiği hakkında, bu yüzyıl başında ileri sürülen nazariye, hâlen ispât olunamamış bir iddia olarak tavsîf edilmektedir. Mîlâdî IV. yüzyılda tarih sahnesine Türk boyları olarak giren, Çinlilerin “Tie-le” ve “Kao-ch’e (yüksek tekerlekli kagnıların sâhipleri) dediği boyları Çin tarihleri “Ting-ling”lerin ahfâdı olarak tanıtmaktadır. “Ting-ling”, “T’ie-le” ve “Kao-ch’e”ler, Eurasia göçebe dünyasının Avrupa kısmında ve belki Skit’lerde de görülen bir gelenek üzere, çadırlarını kagnılar üstüne kurarak, göç ederler idi. Pruşek ve Hamilton11 “Ti” ve “Ting-ling” kagnıları üzerinde durmuştur. Pruşek’e göre Çinde mîlâttan önce mevcut iki tekerlekli ve şemsiyeli savaş kagnılarını da, Çinliler değil, “Ti” muhîtinden gelen arabacılar kullanırdı. Demek ki belki “Ti”ler de, “Ting-ling” ve “T’ie-le” gibi, kagnılı boylardan idiler. Hamilton ise, “Ting-ling”lerin kagnılarının dört tekerlekli olup, tekerleklerinin de çok parmaklı bulunduğunu Çin kaynaklarından istihrât etmektedir. Egami, “Kao-ch’e” adının Türkçe “Karîğlı” (Kagnı)’nın karşılığı olabileceğini sanmaktadır. Pulleyblank ve Hamilton, “Ting-ling” adını, Türkçe tekerlek manâsına gelen “Tıgrıg” veya “Tegreg”den muharref sanmaktadırlar. Prof. Masao-Mori’nin lütfen bildirdiğine göre Japon âlimleri ise, muhtemelen “Ting-ling” adını ve muhakkak olarak “T’ie-le” ismini “Türük” (Türk)’ten muharref addetmektedirler. Bazıları, Çince “T’ie-le” ismini tarihî Türk boylarından “Tölis”in adından muharref bilmektedir. Diğerleri “T’u-li”nin Tölis’den muharref olup, Tölis’in “T’ie-le” ile ilgisi olmadığını ileri sürmektedirler. Gumilev, “T’ie-le” adını bugünkü Altay Türklerinden Teleutlerin ismine bağlamaktadır. Bu fikir ihtilâfı karşısında, biz “Ting-ling”-“T’ie-le”-“Kao-ch’e” boylarından, “Kagnılı” adı altında bahsetmeyi uygun bulduk. “Kagnılı” boylar arasında yer alan veya almayan, fakat tarihî devirde Türk olarak ortaya çıkacak boylardan Mîlâttan önceki kaynaklarda adı geçen, başka başlıca boylar şunlar idi: Uygurlar; ala at yetiştiren ve belki Ala-yondlular ile karışık olan Basmıllar; Çinlilerin “K’iu-she” dediği ve Kıpçaklar olduğu sanılan boylar; Clauson’un Oğuzlar sandığı, Çinlilerin “Wu-huan” dediği boylar; Çinlilerin “Ken-kuan” gibi okunan bir ad verdiği ve asıl isimleri “Kırkun” olduğu sanılan eski Kırgızlar. Eski Kırgızlar ekserî “Ting-ling” boyları ile beraber yaşamakta idiler. Eski Kırgızlara “Hakas” dendiği hakkında da bir kayıt vardır. Kök-Türk kitâbelerinde “Kengeres” denen boyun aslen Türk veya sonradan Türkleşmiş bulunan ataları da Türklerle ilgili eski boylardan idiler. Mîlâttan önceki İç Asya boylarından, Doğu Hunlarının (Hsiung-nu) Türk olduğundan şüphe etmeyenler yanında, onları Türk saymayanlar ve sonradan Türkleştiklerini sananlar da mevcuttur. Mîlâttan önceki bin yılın sonunda ve muhtemelen daha önce, sözü geçen boyların yayılışı üç başlıca koldan ibâretti: Batı, Kuzey, Doğu boyları.

a) Batı boyları Isık-köl’den (43°K, 76°D) batıya, “Wu-sun” ili Fargâna ve Kengeres boylarının merkezi sayılan Taşkent ve Samarkant’tan (40°K, 62° ilâ 72°D) kuzeye ve kuzey-batıya giden bölgede yaşamakta idiler. Bir tahmîne göre merkezleri Talas ırmağı vadisi (43°K, 71°D) idi. Kâşgarî, Türklerin en eski vatanını, ZulWarneyn devrinde, Şu (Çu’nun Türkçesi) ırmağı vadisi olarak gösterir (42°-45°K, 70-75°D). En eski kaynaklara göre Kırgızlar ile bazı “Ting-ling”ler mîlâttan önceki son yüzyıllarda Batı Türkistan’ın kuzey bölgesinde bulunuyorlardı. Kıpçak oldukları sanılan “K’iu-she”lerin de Batı Sibirya’da bulundukları imkânı üzerinde duranlar vardır. Fakat ekserî araştırıcılar “K’iu-she”yı Altay bölgesinde sanmaktadırlar. Mîlâttan önce 176 ve 43 yıllarına ait kayıtlara göre, Uygurlar da Batıda bulunuyorlardı. Bu Uygurlar, Isık-köl’ün (43°K, 76°D) güneyindeki, Çinlilerin “Wu-sun” dediği kavmin kuzeyinde, idiler. Yanî Isık-köl’ün kuzeyinden Ila vadisi, Tarbagatay dağları ve Altay dağlarına kadar uzanan bölgede bulunuyorlardı. Clauson’a göre Oğuzlar olan, Çinlilerin “Wu-huan” dediği boy, mîlâttan önce III. yüzyılda, (Baykal çevresinde olduklarını aşağıda göreceğimiz) kuzeyli “Ting-ling”lerin güney-batısında ve (Isık-köl cenûbundaki) “Wu-sun”ların şimâl-doğusunda yanî Ötüken ile Altay dağları tarafında idiler.

b) Kadîm Türklerin Kuzey boyları, erken kaynaklara göre, Baykal gölü (53°K, 109°D) ve Orkun vadisinden Batıya ve güney batıya, Ötüken-yış (Hangay) dağları ve Kem vadisine (Yenisey) uzanıyorlardı. Bu grup içinde en eski kaynaklarda “Ting-ling” ve Basmıl boyları, M.S. III. yüzyıl kaynaklarında ise Uygurlar, ve Kırgızlar da yer almaktadır. Mîlâdî 375 kaynağında, “Ting-ling”, “T’ie-le” ve “Kao-ch’e” (Kagnılı) boyları beraber Orkun bölgesinde yaşamakta idiler. Doğu Hunları (Hsiung-nu), Kuzeyli “Ting-ling”lerin güneyinde idiler.

c) Kagnılı boyları ile bunlardan sayılan Uygurlar ile onlarla birlikte yaşayan Kırgızların üçüncü bir merkezi de Doğuda idi. Türkçe “Tenğri-tağ” denen iki dağdan biri olup, Ak-tag adı da verilen Doğu Tien-shan’ın (34°-44°K, 86°-93°D) güney eteklerinde, bugünkü Doğu Türkistan’ın Hamı (eski Türkçe Kamıl, hâlen Kamul) bölgesinde, mîlât sıralarında, “T’ie-le” boylarının yaşadıkları bilinmektedir. M.Ö. 58 sıralarında, Doğu Hunlarının Batıya ilerlemesinden kaçan Kırgızlar, Doğuya göç etmiş ve onlar da Hamı’nın batısına gelmişlerdi. Kırgızlar, Hamı ve Bar-köl mıntıkasından batıya, Ak-tağ’ın güney eteklerinde, Kara-şehrin kuzeyine kadar uzanıyorlardı (42°K, 86°-93°D). Doğulu Ti, “Ting-ling”, “T’ie-le” ve “Kao-ch’e” boyları, daha doğuda da bulunuyorlardı. Doğu Türkistan’dan güney-doğuya, bugünkü Kansu vâhasına (35°-40°K, 100°-105°D) ve oradan Çin sınırındaki Ala-tag (Ala-shan) silsilesine (38°K, 105°D), Ordos yaylasına (39°K, 108°D) ve bugünkü Kuzey Çin’e kadar dağılmışlardı. Böylece bu erken Türkler, Doğu Avrupa’dan Kuzey Çin’e kadar, İç Asya’nın ve bugünkü Türkistan’ın kuzeyini de içine alan bölgeyi kuşatmış bulunuyorlardı. Bu erken Türk boylarının kültürünü, kronolojik ve coğrafî sıraları göz önünde tutarak, araştırmağa çalışacağız.

1. Kagnılı ve Kırgız Boylarının Kuzey Kollarına Atfedilen Karasuk-Tagar-Taştık Kültür Çevresi

Czegledy’nin kaydettiği gibi, Türklerin türeyiş destanlarından biri, VI. yüzyılda Kuzey Chou (M.S. 556-81) tarihinde bulunmakdadır.12 Kuzey Chou adı altında bugünkü Çin’in Kuzey bölgesinde hüküm süren bu sülâle, ekserî boyları Türk olan Tabgaçlardan oldukları için, her halde Türkleri iyi tanırlardı. Bu destan Kırgızlar ve Kök-Türkler ile ilgilidir. Kuzey Chou tarihine göre, adı geçen Türk boyları, Doğu Hunları devletini teşkil eden boylardan olup, Kuzey Chou sülâlesinin de mensûp bulunduğu Tabgaçların da yaşadığı bölgeden idiler. Başlangıçta Türkler dört boydan müteşekkil bulunuyordu. “Türk” unvânını taşıyan ve ilk ocağı yakan yani temsîlî manâda boy kurucu ve ad verici olan bir kahraman, en büyük boyu idâre ediyordu. “Türk” boyu, bugünkü Batı Sayan silsilesinden olduğu anlaşılan bir dağda yaşıyordu. Kök-Türk kitâbeleri bugünkü Sayan ve Tannu-ola silsilelerine (50°-55° Kuzey, 90°-00° Doğu) “Kögmen-yış” (ormanlı Kögmen dağı) adını vermektedir. “Kögmen-yış”ın Kök-Türklerin eski vatanı olduğu keyfiyeti Kök-Türk kitâbelerinde bu dağ-lara “Eçümiz, apamız tutmış yir-sub”13 (Atalarımızın tuttuğu yer-su) denmiş olması ile de desteklenmektedir. Aynı Çin tarihine göre, diğer bir boy, Kırgızlar, Kögmen silsilelerinden Kuzeye doğru akan Kem (Yenisey) ırmağının Türkçe Ulug Kem denen Güney-Doğu yatağının ve Kem ırmağına Batıdan akan Abakan ırmağının kıyılarında bulunuyorlardı.14 Uluğ Kem bölgesine bugün Tuva denmektedir. İleride anlatılacağı gibi, Tuva bir Kagnılı boyunun adı idi.15 Kardeş boylardan üçüncüsü Kem ırmağının, belki daha kuzeydeki kıyılarında bulunuyordu. Dördüncü boydan bir kim-senin “ak kuğu” şekline girdiği rivâyet ediliyordu. Bu remz veya ongun üzerinde, daha sonra duracağız.16

Türeyiş destanının sahnesini şöyle tasavvur edebiliriz: Kögmen dağları Asya’nın kuzeyindeki soğuk iklîmde, 3-4000 metreye yükselen zirvelerdir. Yer altındaki buzlar hiç eriyemediği için, toprakta ancak yosun bitmektedir. Ormanlar da, Türkçe “tayga”17 denen tarzda, seyrek ve kökleri toprak üstündedir. Çam ağaçları ve ak kayınlar “tayga” da çokluktadır. Dünyanın en geniş, derin ve uzun nehirlerinden biri olan Kem, dağlık bölgeden ayrıldıktan sonra, kırlardan Kuzey denizine doğru akar.

Tarihçiler ve arkeologlar, hem tarihî kayıtlar, hem de arkeolojik kalıntılara dayanarak, Kem kıyıları ve Kögmen dağlarındaki kültürleri Kagnılı, Kırgız ve Kök-Türklerin müşterek atalarına bağlamışlardır. Bu bölgede uzun başlı Europeoidler olan Andronov kavmi yaşıyordu. M.Ö. 1300 sıralarında, Karasuk18 kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı daha Mongoloid boyların âmil olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne âmil olan boylar, Kiselev’e göre, Kagnılı “Ting-ling” boyları idi. Kagnılı boyların Doğu kolu münâsebeti ile kaydedildiği gibi, bunlar bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran, kısmen Europeoid, fakat Mongoloidler ile de gittikçe karışan boylardı. M.Ö. 600 sıralarında, aynı bölgede, Karasuk kültürü, bazı Europeoid göçlerin tesîri ile, Tagar19 kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrâfında, yeni Mongoloid göçlerin netîcesinde, Tagar kültürü Taştık kültürü20 olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Taştık kültürü ise, M. V.-VI. yüzyıllarda, tarihî devirde Türkçe konuşan boyların kültürü şeklini aldı. Böylece, Kagnılı, Kırgız ve Kök-Türk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür.21 Türeyiş efsânesinden anlaşıldığına göre Kök-Türk sülâlesi bir devirde bunları idâre etmişti.22 Esâsen dil ve yazı birliği gibi, hem Kagnılı boyların, hem Kök-Türklerin totem’inin kurt olması da müşterek kültüre delâlet eder.23 Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su-kuşlarına dâir bazı efsâneler de müşterek kültür unsurları idi.24

Kiselev, Karasuk ve Tagar-Taştık kaya resimlerinde, üzerinde otag dikilmiş dört tekerlekli kagnı tasvîrleri görüp, Tagar-Taştık mezarlarında tekerlek kalıntıları bulunca, tarihî kayıtlara arkeolojik kalıntıların şahâdeti de ilâve edilmiş oldu. Karasuk-Tagar-Taştık kültürünün Kagnılı boylara atfı kesinleşti.25 Diğer tarafdan, Kagnılı boylara atfedilen, Kuzey ile Doğuda26 ve Batıdaki27 başka bölgelerin kültürleri de Karasuk-Tagar-Taştık kültürüne benziyordu.28

Tagar-Taştık devrinden yerleşme bölgelerindeki kalıntılar29 ve petrogliflerden (kaya üzerine al boya ile resmedilmiş veya sivri bir uç ile çizilmiş levhalardan) bu kültürün mensûplarının, otag şeklinde, ağaçtan köşkler yaptıkları öğrenilmiştir. Bunların yapılış tarzı Taştık devri künbetli mezarlardan da bilinir. Künbetler gibi mûnhanî kısımlar, eğilmiş dallar ile vücuda getiriliyordu. Böylece Türkçe, kubbe, künbet ve kemer anlamına gelen “egme” ve “egin” gibi kelimelerin, otag kubbesinde olduğu gibi, ağaç malzemeyi eğerek kullanan bir yapı usûlüne işâret ettiği hatıra gelir.30 Kubbe veya künbedin altındaki yapı, “teğirmi tam” denen üstüvânî şekilde olabileceği gibi, dört-köşe planda da olabiliyordu. O takdîrde yatık kütüklerden mürekkep duvarları da bulunabiliyordu. Her iki şekilde, merkezî ocak ve onun tepesindeki “tüğünük” denen baca deliği mevcuttu.

Otagların ve otag şeklinde meskenlerin toplandığı yerleşme bölgelerinin31 etrâfına, kütük ve dallardan, eski Türkçe32 adı ile “çıt” (çit) denen duvarlar örülüyor ve yine Türkçede “titig” denen, hayvan tüyleri veya samanla karıştırılan, balçık harç ile tahkîm ediliyordu. Bu,çok sağlam duvarların kalıntıları, Sibirya’nın bazı bölgelerinde, bugüne kadar kalmıştır. Türkçe “balık”33 kelimesinin, hem balçık anlamına hem de çevresi duvarlar ile müstahkem kale ve şehir manâsına gelmesi, belki bu yapı geleneği ile ilgili idi.

Tagar kültürüne ait son devre mezarlarında, bayrak kalıntıları da bulunmuştur. Bayrak direğinin tepesine, ongun olarak, dağ keçisinin34 küçük bir heykeli dikiliyordu. Dağ keçisi ongununun altında, bazen de, çıngıraklar ve başka küçük dağ keçisi heykelleri bulunan tunç çemberler de, takılmış bulunuyordu. Kiselev dağ keçisi alâmeti olan bayrakların yüksek mertebeli alp mezarlarında bulunmasına dikkati çeker. Mannay-ool ise Tagar kültürünün bu dağ-keçisi ongununda, Kök-Türk Kagan soyunun bir dağ-keçisi piktogramı olan damgasının aslını görmektedir.35

Tagar ve Taştık kalıntılarında, çok sayıda tunçtan küçük hayvan heykeli, veya hayvan başı tasvîri bulundu.36 Bunlar, umûmiyet ile, dağ keçisi, geyik, at, kurt, boğa, kaplan, pars ve yırtıcı kuş tasvîrleri idi. Bu zoomorfik (hayvan tasvîr eden) eserlerin husûsiyeti, tabîata bağlı bir üslûp idi.37

Tagar kalıntılarında, bütün İç Asya’da olduğu gibi, tunçtan, veya altından, bazen renkli taşlar ile murassa, kabartma veya delikli levhalar da bulunmuştur. Bu tarz levhalar, ekserî, mütevâzın şekilde karşı-karşıya duran, veya birbiri ile mücâdele hâlinde olan hayvanlar gösteriyordu. Yine bütün göçebe eserlerinde olduğu gibi, bu levhaların bir husûsiyeti de, belki çerçeveye uymak mecbûriyeti ile, tabîî şekillerin bazen zorlanmış, uzatılmış, veya tersine çevrilmiş olmasıdır.38

Kem vadisinin batısı ile güneyinde, Sibirya’da ve Altun-yış silsilesinin güneyindeki Türkçe Yarış39 denen Cungarya yaylasında, yeri tespît edilmeyen mezarlardan, Rus tüccarları altın levhalar toplamış ve bunlar I. Petro hazînesinde yer almıştı. Bu bölgeler de Kagnılı ve diğer Türk boylarının yayılma sâhası idi. M.Ö. 176 ve 43 tarihli Çin kayıtlarına göre, Isık-köl ile Altun-yış dağları arasında, Uygur boyları da bulunuyordu. Böylece, söz konusu altın levhaların kimisinin erken Türklerin eseri olması imkânı mevcuttur. Sibirya ve Cungarya levhaları da Ordos levhalarına benzer. Bazılarının, yarı-Mongoloid görünüşlü şahısların hayâtından sahneler tasvîr ettikleri sanılmaktadır. Bu levhalarda Türk destanlarının safhalarını arayanlar bile olmuştur.

Okladnikov’un işâret ettiği gibi,40 bütün İç Asya göçebelerinde yaygın bulunan ve kam maskeleri sanılan, fakat bayrak direklerinde ve ölülerin yüzlerinde de bulunan madenî insan maskeleri, Tagar ve Kem çevresinde de mevcuttu. Bu maskelere benzer başlar, dikili taşlara da oyuluyordu. Karasuk41 devrinde başlayıp, Kök-Türk devrine42 kadar devam eden bu başlarır husûsiyeti, tabîat-dışı kısımlardı: alın üstünde bir üçüncü göz, boynuzlar veya güneş ışıklarını taklit eden hâleler gibi. Mîlâttan önceki devirde muhtelif göçebe çevrelerinde bulunan ve “geyikli taş” diye anılan, alp mezarı olduğu sanılan taşlar da Uluğ Kem vadisinde mevcuttu.43 Bunların alp mezarı olduğu, üzerlerindeki ok, yay, kama, balta gibi silah resimlerinden ve mertebe işâreti olduğu Kök-Türk devri kitâbelerinden bilinen “kur” (kemer) tasvîrinin mevcudiyetinden anlaşılmaktadır. Dikili taşlarda güneş remzi ve başka astral piktogramlar da görülür.

Bunların bazıları Türk oldukları ihtimâlini kaydettiğimiz Chouların astral piktogramlarına benzer. Karasuk çevresinde güneş ibâdetinin mevcudiyeti Bes-oba tapınağından da bilinmektedir.44 Büyük taşlardan yapılmış Bes-oba tapınağı, ışıklı güneş şeklinde idi. Tagar kültüründe ejder tasvîri bulunmakta, fakat o devirde Çin ikonografisi ile ilgili gözükmemektedir.45 Yine Karasuk devrinde başlayan ve Kök-Türk çağlarında devâm eden bir konu da koç veya koyun heykelleri idi.46 Bu heykellerin manâsı, sandığımıza göre, İç Asya göçebelerinin birçok âdetleri gibi, M.Ö.’ki bin yılda Kuzey Çin’de devlet kuran ve Türk oldukları tahmîn edilen Chou sülâlesinin (M.Ö. 1059-249) kurban âyinleri hakkındaki kayıtlar ile anlaşılabilir. Bu muhîtte, hükümdârlar, sadâkat timsâli olarak, atalarına koyun kurban ederler ve yüksek mertebeli beyler de hükümdâra koyun hediye ederlerdi.

Kurban edilen koyunların başları tapınaklarda yüksek mevkilere dikilirdi. Mümâsil şekilde atalara kurban edilen geyikler hakkındaki kayıtlar ileride anlatılacaktır. Nitekim tarihî Türkler de ölülere, öbür dünyâda kullanılmak üzere, atlar ve koyunlar kurban eder ve bunların baş ve derilerini, türbe etrafına, dikerlerdi. Arkeologların “kurban taşı” dediği kayalar, bu âdetlerin hâtırası olsa gerek. Abakan ırmağı kaynaklarında yani yukarıda kaydedilen türeyiş efsânesine göre, Kırgızların ilk vatanında, Askız kurban taşında, kan akıtmak için oluklar ve at ile boynuzlu hayvanlar tasvirleri görülür. Kadîm Choularda yer tanrısına verilen kurbanın kanı toprağa akıtılırdı.

Tagar mezarları47 eskiden beri yağma edilmiş olmakla beraber, bunlardan pek çok eşyâ çıkmıştır. Tagar kültüründe, ekserî erkek, fakat savaşçı oldukları anlaşılan bazı kadın mezarlarında da, silahlar bulundu. Oklar, düz kılıç ve “kıngırak”48 dediğimiz, iki yanı keskin düz kamalar çoktu. Kabzasında hayvan başı veya küçük hayvan heykelleri olan, yatağan dediğimiz, eğri bıçaklar da, bunların menşei olan Kuzey Çin ile Tagar kültürünün ilişkilerine işâret ediyordu. Erkek ve kadın mezarlarında pek çok süs eşyâsı bulundu: renkli taşlar ve bilhassa al akîk ile murassa altın ve tunç tokalar, iğneler, taçlar, bilezikler, küpeler, taraklar ve saplı tunç aynalar gibi.49

Tagar kültüründe çift kulplu ve üç ayaklı müzeyyen tunç kazanlar da bulundu.50 Kazanları taşıyan, üç ayaklı ateş ocağına ve ortasında ocak olan otag veya odaya verilen Türkçe “oçok” yanî “ocak” adı ile ilgili, yukarıda kaydedilen şölen ve âyînlerin Tagar kültüründe de mevcudiyeti böylece hatıra gelir.

2. Altun-yış (Omanlı Altın Dağ: Altay)

Kögmen’in güney silsilesi olan Tannu-ola dağlarının Batıya doğru devamı, Altun-yış dağlarının Batı koludur (48°K, 81°D çevresi). Altun-yış’ın karlı zirveleri de 5000 m. kadar yükselmektedir. Bu dağlara “yış” adını veren kesîf çam ve kayın ormanları idi. Zirvelerin eteklerinde Türklerin “Yarış” dediği Cungarya gibi, otlak yaylalar ve göller vardır, Kiselev,51 Kögmen bölgesindeki Taştık kültürünün (M.Ö. III. yüzyıl), Altun-yış’ta, Mayemir kültürü şeklini aldığına dikkati çeker. Kiselev’e göre, Altun-yış’ta, Pazırık ve Mayemir devri erken mezarlarında yatan Mongoloidler Kuzeydoğudan (Kögmen dağları bölgesinden) gelmişlerdi. Böylece Taştık kültürü Altun-yış’a yayılmıştı. Alekseev’in son antropolojik araştırmaları Kiselev’i haklı çıkarmaktadır. Altun-yış’ın kuzeyindeki dağlık bölgede Mongoloid mezarları daha çoktur. Böylece, Kögmen ve Altun-yış kültürlerinin birbirine yakınlığı desteklenmektedir. Altun-yış’daki en eski, Pazırık mezarlarının tarihlendirilmesi husûsunda görüş farkları vardır.52 Pazırık devri mezarlarını, Rudenko ve onu takiben Potapov, M.Ö. IV.-II. yüzyıllardan sanmaktadırlar. Bu münâsebetle Potapov, M.Ö. 176 ve 43 tarihli Çin kayıtlarında, Isık-köl’ün kuzeyinde yanî Isık-köl’den Altun-yış’a uzanan bölgede, Uygurların bulunduğunu53 hatırlatır. Potapov’a göre Pazırık devri mezarları Uygur eseridir. Schmitt ise, Mîlât sıralarında, “Altun-yışlı” manâsına gelen Çince ve Türkçeden mürekkep bir ad olan “Kin-man” ismini taşıyan bir kavm mevcut olduğuna göre, Altun-yış’ın Türklerin en eski vatanı olduğu fikrindedir. Esâsen, üslûp bakımından da Pazırık devrinden itibâren Altun-yış eserlerinin bugünkü İç Asya Türk sanatına çok benzemekte olması da Potapov’un dikkatini çekmiştir. Yukarıda söylendiği gibi, Kiselev Mayemir devri mezarlarını, Doğudan gelen “Ting-ling”lere ait saymakta idi. Grumm-Grjimaylo’ya göre, bu bölgelerde, Kıpçak sanılan “K’iu-she” kavmi yaşıyordu. Mîlât devri Çin kaynaklarına nazaran, o devirlerde, Altay bölgesinde, hem halı ile yünlü kumaşlar dokumak hem de altın işçiliğinde ve at koşumları yapmakta pek mâhir olan “Wu-huan” boyu da bulunmakta idi. Clauson’a göre ise, “Wu-huan”lar Oğuzların ataları idi. Halıcılığın Oğuzlar arasında yaşamağa devâm ettiğine göre, dünyânın en eski halısının bulunduğu Pazırık kurganlarını, Oğuzların atası olabilecek “Wu-huan”lara da atfetmek hatıra gelebilir. Gavrilova’ya nazaran ise, Altun-yış’taki, Mîlâttan önceki tek mezar, Parızık 6’dır, çünkü bunun içinde henüz at gömülü bulunmamaktadır. Bu bölgede ise, atlı mezarlar ancak M. II. yüzyılda başlamaktadır. Gavrilova, Pazırık 6’dan sonraki mezarları, M.S. IV.-V. yüzyıllardan tarihlendirmekte ve hem en eski mezarı hem de IV.-V. yüzyıllardan olanları, Kiselev’i takiben, “Ting-ling”lere atfetmektedir. Filhakika, bu bölgede, mîlâttan önceki devrede, Kagnılı boylardan Uygurların mevcudiyeti tespît edildiği gibi, M.S. IV.-V. yüzyıllarda da, yine Kagnılı boyların bulundukları anlaşılmaktadır. Mîlâdî 485’te Yarış yaylası bir Kagnılı ili idi. Mîlâdî VI. yüzyılda yazılan Sui-shu da, Altayın güney-batısında, Tarduş’ların ve diğer Kagnılı boyların yaşadığını bildirmektedir.54

Bu Türklerin mezarlık olarak, Altun-yış zirvelerini kullanmış olmaları tabîî sayılabilir. Gavrilova kronolojisinde ikinci devreye atfedilen husûsiyet, atlı mezarlar olmaları, fakat atlarda üzengi bulunmamasıdır. İstikamet, Türk mezarlarında görüldüğü gibi (Türkler güneşe hürmeten Doğuya dönerdi) Doğu-Batı yönündedir. Mîlâdî IV.-V. yüzyıllardan Kagnılı boylara atfedilen mezarlar arasında, Gavrilova, Pazırık 6 dışındaki eski mezarlar olarak, Şibe, Katanda I, Koksa ve Yakonur mezarlarmı saymaktadır. Gavrilova, bu mezarlardaki eserlerde, diğer Kagnılı boylar (ve Hun) bölgesi Noyn-ula ile benzerlikler de kaydeder. Gavrilova’nın kronolojisinde üçüncü tip mezar olup, sikkelere nazaren M.S. VI. yüzyılın ikinci yarısından tarihlendirdiği Kudirge mezarlarında istikamet değişmiş ve ölenlerin başları güneye çevrilmiştir (Fikrimizce bu bir Doğu kültürü tesîridir. Çinliler ve Hunlar güneşin zirvede görüldüğü cihet olan güneye yüzlerini çevirirlerdi). Kudirge mezarlarında hem atlar hem de üzengi mevcuttur. Kök-Türk tarzında kemerler de dikkati çeker. Doğudan gelen ve üzengi kullanan bir kavme atfolunan Kudirge mezarları, Rudenko, Gryaznov ve diğerlerince, erken Kök-Türklere âit sayılır. Çünkü Kök-Türklerin Kagan soyu, M.S. 439-60 arasında Doğudan Batıya, ilk önce Çinliler, sonra “Juan-juan”lar tarafından sürülerek, Çin sınırlarından Koço’ya ve oradan Altun-yış’a ilticâ etmişlerdi. Gavrilova bunu kabûl etmekle beraber, Kudirge mezarlarının 550 sıralarında, Kök-Türkler tarafından Batıya sürülen “Juan-juan”lara da mal edilebileceğine dikkati çeker. Altun-yış zirvelerindeki Kök-Türk mezarları, bazısı sikkeler ile M.S. VI.-VIII. asırlar arasında tarihlendirilebilen ve Kök-Türk yazıları da bulunan önemli bir grup teşkîl etmektedir (Gavrilova kronolojisine göre, Katanda II/I; Şibe 2,5; Kuray II/3, III/I, IV/I, V/I, VI/I, bazı Tuekta mezarları, bu meyândadır). Son Kök-Türk mezarlarından sonra, Gavrilova’ya göre, Uygur ve Kırgız mezarları da Altun-yış’ta mevcuttur (Strotski 1/1, 6a, 11; Krasnoyarsk 1/5; Yakonur 3,4; Katanda 11/1-3; Kuray 111/2; bazı Tuekta mezarları). Rudenko, antropolojik sebeplere dayanarak, Gavrilova ile mümâsil neticelere varmaktadır. Rudenko’ya göre de en erken devirden beri Altun-yış mezarlarında Türkler yatmakdadır.55

Rudenko, yukarıda da söylendiği gibi, Pazırık devri Altun-yış mezarlarını daha eski tarihlerden saymaktadır. Kiselev’den farklı olarak, Rudenko, Pazırık mezarlarında yatan Mongoloido-Eurepoidleri, doğudan değil, Batıdan gelmiş addetmektedir. Rudenko şu husûsa dikkati çeker; erken Altay mezarlarında yatan Mongoloid ile karışık Europeoidler bugünkü İç Asya Türkleri ile aynı ırktan idiler ve Türk gelenekleri vardı. Rudenko’ya göre eski Altaylılar, Kiselev’in sandığı gibi Doğulu Hunlar değil, Europeoidler ile iyice karışmış olan yarı-Mongoloidler idi. Rudenko, eski Altay mezarlarında yatan karışık Europeoido-Mongoloidleri, Herodotos’un İç Asya kavimleri arasında, Mongoloid vechede tarîf ettiği Argyppaoi56 kavminden, veya Kama Etil kıyılarında yaşayan Ananin kültürüne mensup Mongoloidlerden saymaktadır. Argyppaoi’un yüksek dağların eteğinde yaşadıkları Herodotos tarafından söylenmişti. Bu ilin Altay veya Yayık-Ural bölgesi olduğu sanılır. Rudenko, anlaşıldığına göre, Argyppaoi ilini Altay olarak tasavvur etmekde ve Argyppaoi’u ve Ananin kavmini bugünkü İç Asya Türkleri ile aynı ırktan addetmektedir. Hatta Rudenko bu erken Altayların Kagnılı boyları ile beraber yaşayan Kırgız Türkleri olması ihtimâline işâret etmektedir. Çünkü M.S. I. yüzyıldan tarihlendirdiği Tuekta I mezarında, Rudenko, Kırgızların kullandığı şekilde, tahtadan zırh parçaları, kolçak, butluk ve omuzluk kalıntıları bulmuş. Hamilton ise,57 erken Altay mezarlarında bulunan dört tekerlekli ve tekerlekleri çok dilimli olan arabaları ve bunların üstüne kurulan kubbeli otag kalıntılarını, Çin tarihlerindeki Kagnılı boyların kagnıları tarîfine uygun bulmuştur.

Aşağıda söz konusu olacak, Türkçe sanılan bir yazının çıktığı Esik mezarlarındaki eşya ile erken Altay mezarlarında çıkanlar arasındaki benzerlikler de, Altay üslûbunun Esik’in devâmı olduğunu destekleyecek mâhiyettedir. Ancak, Kiselev’in de kaydetmiş olduğu gibi, Pazırık’ta, hem Batıdan hem Doğudan gelen tesîrler Tagar kültüründe (ve Esik’te) olduğundan daha bârizdir. Kiselev Batı tesîrlerinin58 Iskender istîlâsından kaçan boylar tarafından getirildiğini sanmakta idi. Bunlar arasında Yunan maskelerine benzeyen maskeler bilhassa dikkati çeker. Erken Altay üslûbu da Batı göçebelerinkine, meselâ Skit sanatına, yaklaşmıştı. Muhtelit azâlı şekiller arasında, göçebe üslûbunun ifâdesinde büsbütün başka bir veche almış olmakla beraber, insan başlı bir arslan, yanî sphinx şekli tanınabilmektedir. Doğu tesîrlerine de59 delîl olarak Ordos levhalarına benzeyen kaplan şekillerine dikkati çekerler. Hamilton’un işâret ettiği üzere, Pazırık’ta bulunan otaglı kagnının şekli de Kagnılı boyların Doğu kolunun kullandığı gibidir. Ayrıca erken Altay mezarlarında Çin aynası ve Çin cilası izleri taşıyan kalıntılar da çıkmıştır.

Erken Altay mezarlarında çıkan eşyadan bilhassa şunlar tebârüz etmektedir:60 altın, tunç, veya tahtadan, kemer veya at koşumları süsleri; dünyanın bilinen en eski düğümlü halısı; deri ve muhtelif renkte keçelerden müteşekkil, hendesî veya figüratif (müşahhas) motifli örtüler. Bunlar arasında, renkli keçeden bir otag gergisinde İranoid vechede bir atlı, bir ağaç yanında oturan, daha mongoloid bir mabûdenin karşısında tasvîr edilmişti. Mabûde, Sibirya’da bulunmuş bir levhada da gözüken şekilde ve kadınlara mahsus olduğu anlaşılan, üstüvânî bir başlık giymiştir. Başlığın yukarıya çevrilmiş kenarı, tâç gibi dilimlidir. Bu tarz başlık, Kök-Türk devrinde yüksek şahısların tasvîrlerinde ve Kök-Tigin’in heykelinin başında da görülecektir. Altay erken mezârında tasvîr edilmiş mabûdenin bir toprak tanrısı olduğu, yanındaki bitkiden istidlâl edilmektedir. Nitekim Kök-Türk devrinde de “Ötüken-yış” (Ağaçlı Ötüken dağı) tanrıçasına tapıldığı sanılmaktadır. Altay atlısı da, Esik’de ve Taştık resimlerinde görüleceği gibi, bir mintan ve çizme şeklinde biten çakşırdan ibâret kıyâfet giymiştir.

Erken Altay mezârlarında çıkan kalıntılar arasında, bir bayrak direğine dikilmiş olabilen küçük geyik heykeli ve atlara geçirilmiş geyik maskeleri, geyiğin ongun olması imkânına işâret eder.

Mîlât sıralarında, Altay’da ve Köğmen dağları ile Kem ırmağı kıyılarında maden işçiliğinde bir gerileme başlangıcı görülmektedir. Şekiller kalıplaşmıştı ve dökümü müteâkip, eserlerin üzerindeki ince teferruâtın işlenmesi ihmâl ediliyordu. Üslûp bakımından ise, Pazırık devri erken Altun Yış mezarlarında çıkan eserlerde zirvesine varan, muhtelit azâlı, hayâlî hayvan şekilleri, artık unutulmağa başlamıştı. Daha erken devirde, Tagar kültüründe görülen tabîata yakın (naturalist) uslûba geri dönülmekte idi.

Natüralizm’e doğru bu akış içinde, insan tasvîri de gelişti. Uybat mezarlarında çıkan tahta insan heykelleri, meselâ bir yarı-Mongoloid, yarı-Eurepeoid, uzun saçlı erkek başı, açıkça bir portredir. Karasuk devrinden beri Sibirya’da kayalara oyulan ve tabîat dışı husûsiyetler ile tebârüz eden başlar bile, Taştık devrinde, bazen natüralist bir portre görünüşüne vardı. Taştık mezarlarında çıkan ve ölü yakılırken yüzünde pişen boyalı terra-cotta (pişmiş topraktan) maskeler, Kiselev’in61 tabîri ile, döğme çizgilerine kadar teferruâtı gösteren, portrelerdir. Pazırık devrinden erken Altın Yış mezarlarının birinde de, bir yarı-Mongoloid alpın vücudunun bazı kısımları, av sahneleri tasvîr eden döğmeler ile süslü bulunuyordu.62

Pazırık devrinden beri Altayda mevcudiyeti bilinen, bugünkü İç Asya Türk göçebelerinin “tös” (eski Türkçe “töz”: rûh)63 dediği keçeden yapılmış hayvan ve insan şeklinde büyük kuklalar da, Taştık devrinde devâm ediyordu. Taştık mezarlarında64 gayet natüralist şekilde keçeden veya Çin ipeğinden yapılmış insan boyunda kuklalar, vücudu yakılmış olan ölülerin yerine yatırılıyor ve yüzlerine yukarıda bahsi geçen pişmiş topraktan maskeler takılıyordu. Bunların Kök-Türk devrinde adları “tulı” idi.

Hayvan maskeleri taşıyan “tös”ler de, ongun olarak, savaşlarda taşınırdı ve bütün Eurasia’da yaygındı. Kurt başlı “tös” hakkında araştırma yapan K. Trever65 bu “tös”ün bilhassa yaygın olduğunu göstermiştir. Yazılı kayıtlara göre, kurt ongunu İç Asyada, Çinlilerin “Wu-sun”66 (veya “U-sun”) dediği ve sarışın bir Europeoid kavim olarak tasvîr ettiği boyların hükümdâr soyuna ve Kök-Türkler67 ile Kagnılı ve Uygurların kagan sülâlesine atfedilmektedir. Zuev, Çinlilerin “A-shi-na” dediği Kök-Türk kagan soyunun asıl adının “Uysun” olup bunların “Wu-sun”lardan olduğunu sanmaktadır. Nitekim Çin kayıtları sarışın Kök-Türklerin “Wu-sun”lardan indiğini söylerler. “Wu-sun”lar M.Ö. 150 sıralarında Çin sınırlarından Isık-köl’ün güneyine göç etmek zorunda kalmışlar ve efsâneye göre hükümdârın oğlunu bir dişi kurt kurtarmıştı. Kök-Türk Kagan soyunun IV. yüzyıldan türeyiş efsânesinde de mümâsil bir menkıbe olduğunu göreceğiz. Muhtelif araştırıcılar “Wu-sun”ların Türklerden olduğu ve bilhassa Kırgızlara yakın bulundukları nazariyesini ileri sürmüşlerdir. Trever’in araştırmasına göre, Kök-Türklerin kurt başlı bayrağına benzer şekilde, bir kurt başı ve kuyruğundan ibâret bir alâmet, M.S. II. yüzyılda, Dakialılar ve Teuton ırkından Markomannlar tarafından kullanılmakta idi. Danimarka’daki Kelflerin de benzer alâmetleri olduğu, onlara atfedilen bir eserdeki tasvirlerde görülür.68 Bu husûs Kelt ırkının İç Asya’ya da yayılması hakkındaki Gumilev’in görüşlerini destekler. Trever’in araştırmalarına göre Parth’ların da böyle bir bayrağı olup, bu bayrak bir yılan şekli tasvîr ediyordu.

Parth bayrağını I. yüzyılda Flavius Arrianus tarîf etmişti: Bir direğe asılmış bulunan ongunun keçeden vücudu torba şeklinde idi. Rüzgâr ongunu şişirince, ongun harekette gibi görünüyordu. Torbanın içinden rüzgârın iniltileri de duyulup, ongun canlı imiş gibi bir hâl alırdı. Hunlara atfedilen, fakat Kagnılı boyların Kuzeyli kollarının illerinden olan, Orkun vâdisi bölgesindeki Noyn-ula mezarında da böyle bir hayvan şeklinde torba çıkmıştır. Türlü renkte keçelerin birbirine dikilmesinden vücuda gelen torba, yine aynı mezarda bulunan tahtadan kurt başı ile birlikte bir direğe takılınca, Türklerin “böri” (kurt) ongunu vücut bulmuş oluyordu.69 Bu “tös” Kagnılı boylara ait olabilir, çünkü onlara mensup Uygurların devrinden Türkistan resimlerinde böyle “tös” tasvîrleri vardır. Fakat Doğu Hunlarına da atfedilebilir. Çin kaynakları Doğu Hunlarını ve Doğu Türklerini aynı millet sayarlar.70 Ancak Kagnılı türeyiş destanında “böri” menkıbesi Hun devrinin sonunda yer alır. Kagnılı boyların efsânevî ceddi, Doğu Hun hükümdârının kızı ile, bir erkek “böri”den doğmuş sayılıyordu. Demek ki türeyiş efsânesi belki Kagnılı boyların Hunlar ile karışmasına işâret etmektedir.

Geç Taştık devrinde, tahta üzerine resim yapmak sanatı da başlamış bulunuyordu. Bu resimlerin71 tamamen grafik (çizgilerden müteşekkil) olan tekniği petrogliflerden (kaya üzerine levhalar) gelişmiş gözükmektedir. Savaş ve sürek avı sahneleri tasvîr edilmiş. Sürülen hayvanlar arasında, bilhassa geyikler vardır. Bir resimde bir atın sırtında, Türkçe “esri” denen, av için terbiye edilmiş pars görülmektedir. Atlar, küçük İç Asya atlarıdır. Uzun yeleleri ve kuyrukları ile ve üzerlerindeki damgalar ile tebârüz etmektedirler. Bunlar belki cins veya adanmış atlardı. Kâşğarî, “ıduk” olarak tavsîf ettiği adanmış atların yelesinin kırpılmadığını kaydeder. Taştık levhalarındaki şahısların tasvîrleri de önemli vesîkalardır. Şahısların kimisi, İç Asya göçebelerinin kıyâfeti olan çakşır ve mintan giymişler. Savaş sahnelerinde, uzun saçlı veya topuzlu olanların gâlip geldiği ve kel olarak gösterilenlerin mağluplar olması dikkati çeker (Kagnılı boyları mağlup düşmanın saçını keserdi). Bazı şahıslar, Esik’te ve Aral bölgesinde de görüleceği gibi, maden veya deriden küçük levhaların dikilmesinden müteşekkil zırhlar giymiştir. Bunların başında, Kök-Türk devrinde, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan sivri tulgalar vardır. Zırhların kalkık yakası bir husûsiyet teşkîl eder. Alpler, kulağa kadar gerilebilip, okları çok uzaklara yollayan cinsten, göçebelerin geliştirdiği yaylar germektedir. Belki bu resimler, tek bir levha hâlinde, bir alpin hayatının muhtelif safhalarını tasvîr etmekte idi.

3. Esik Mezarı

Kögmen dağlarından Güney-Batıya doğru, İç Asya’nın en yüksek zirveleri olan Batı Altay, Tarbagatay, T’ien-shan ve Ala-tağ silsileleri birbirini takip ederek ve bazen birbirine muvâzî olarak, Isık-köl’e kadar uzanmaktadır. Kuş uçuşu ile 1500-2000 km giden bu dağ silsilelerinin kuzey etekleri boyunca (42° 50’D-52° 50’K ile 55°K-85°D arasında), vâsi yaylalar ve bozkırlar uzanmaktadır. Bu bölgede de, tarihî devirde Türk olarak bilinen boylarm yaşadığını kaydetmiştik:72 Uygurlar M.Ö. 176 ve 43 sıralarında Isık-köl’ün kuzeyinde ve belki Ila vadisinden, Tar-bagatay ve Altay dağlarına uzanan bölgede bulunuyorlardı. Mîlâttan önceki yüzyıllarda Kırgızların bir merkezi olan Talas ırmağı vadisi ise, Isık-köl’ün ancak 200 km kadar batısındadır. Zülkarneyn devrinde Türklerin vatanı olarak Kâşgarî’nin bildirdiği Şu (Çu) ırmağı, Isık-köl’e akmaktadır. Isık-köl’un doğusundan geçen Ila ırmağı, Kuzey-batıya doğru, (45°K ve 75°D), “Tering-köl”e (Balkaş) akar. Bu bölge Mîlâddan önce Kagnılı boyların, Uygurların, Kırgızların Kuzey ve Batı kollarının buluştuğu yerlerdir. Kazak âlimleri vatanlarının kadîm tarihini73 şöyle çizmektedir: M.Ö. VI.-III. yüzyıllarda, bu bölgede bulunan İç Asya göçebeleri, kadîm müelliflerin “Sakai”74 dediği, hüviyeti mübhem göçebeler olsa gerek. Ila ve Sır-deryâ kıyılarında yapılan araştırmalarda “Sakai” denen bu ırkın, sanıldığı gibi Europeoid değil, kısmen mongoloid oldukları anlaşılmıştır. Bu araştırmaları Ila vadisinde sürdüren Akışev, Persepolis taş kabartmalarındaki “Sakai” tasvîrlerinin açıkça mongoloid olduğuna da dikkati çekti. Hüviyeti müphem kalan bu boylara, “Sakai” adı kadîm müelliflerin verdiği bir isimden ibâret sayılmaktadır. Hüviyeti müphem bu “Sakai” arasında Mîlâttan önceki binyılda Türklerin bulunması hakkındaki görüşleri Sır-deryâ “Sakai” boyları münâsebetiyle anlatacağız.

M.Ö. III. yüzyılda, yine hüviyeti meçhûl, fakat erken Türklerden olmaları imkânı üzerinde durulan kavimler bu illerde belirdi. Bunlar, Çinlilerin “K’ang-kü” ve “Wu-sun” dediği boylardı. “Wu-sun”lar, rivâyete göre sarışın, yeşil gözlü bir kavim idi. Fakat antropolojik araştırmalar, “K’ang-kü” ve “Wu-sun”lara atfedilen mezarlarda da karışık ırkta, muhtelif nispetlerde yarı-mongoloid, yarı-Europeoidlerin yattığını gösterdi. Üstelik bu illerde Esik yazısına mümâsil, Kök-Türk harflerinin eski bir şekline benzer harflerle yazılmış yazılar da bulundu ve Kazak âlimlerince “K’ang-kü” ile “Wu-sun” boylanna atfedildi.75 Üzerinde Alaşan Kagan adı okunabilen ve “Wu-sun” damgası bulunan böyle taşlardan birinde mongoloid vecheli bir baş, Sibirya üslûbunda, tasvîr edilmişti. Bu münâsebetle Kök-Türk Kagan soyunun, “A-shi-na” adı ve “böri” (kurt) ongunları bakımından, “Wu-sun”lardan olduğu hakkındaki Zuev’in tasavvurunu hatırlatalım. Çin kaynaklarına göre “Wu-sun”lar Isık-körtin güneyinde bulunuyorlardı. Yukarıda da işâret edildiği gibi.76

Mîlâttan önceki yüzyıllarda “Wu-sun”ların kuzeyinde Uygurlar ve batısında Kırgızlar yaşıyordu. Daha sonra, M.S. VI. yüzyılda Tarbagatay dağlarında Kagnılı boylarını bulacağız. Demek ki bütün bu bölgede tarihî devirlerde Türk olarak ortaya çıkan boylar da mevcuttu. O halde, söz konusu illerdeki “Sakai”, “K’ang-kü” ve “Wu-sun”lara atfedilen mezarların yarı-mongoloid sâhipleri, Europeoid sayılan “Sakai” ve “Wu-sun”lar değilse ve yarı-mongoloid kavimler arasında aranması gerekiyorsa bu mezarların sâhipleri olarak, Türkler de hatıra gelebilir. Söz konusu mezarlarda bulunan eserler Türklere de âit olabilir. Üç ayaklı kazanlar ve mangallar, Kâşgarî’nin tarîf ettiği “köçürme oçok”dan (taşman ocak) başka değildi. Kazakistan’da da, Mîlâttan önce, otag şeklinde, taştan ve ağaçtan meskenler bulundu.

Sanat eserlerinin konuları bakımından, “Sakai” ile “Wu-sun”lara atfedilen mezarlarda77 çıkan dağ keçisi ongununun Kök-Türk Kagan soyunun damgasında bulunduğu bilinmektedir. Kazakistan mezarlarında çıkan eserler konu açısından, bazen Hunlara ve böylece onlarla aynı soydan sayılan Türklere bağlanmıştır. Kargalık’ta bir yarı-mongoloid kadının mezarında, Taoist konular tasvîr eden bir murassa altın tâç bulundu. Taoist efsânenin mevzûu kutlu rûhların, hakîmlerin ve hakîm hükümdârların yaşadığı, veya ziyâret ettiği, gök kapısı sayılan dağ idi. Taoist kutlu dağ efsânesi M.Ö. IV. yüzyıllardan beri bilinmektedir ve bu efsâneyi Hind mitolojisinde dünyânın merkezinde bulunan atlın dağ (Sumeru) ile ilgili görenler vardır.

Türklerde de, Kök-Türk devrinde, en büyük Türk hükümdârının merkezine altın dağ denilmiştir. Demek ki İç Asya’da çok yaygın bir kosmik dağ menkıbesi mevcuttu. Taoist efsânede, kutlu dağda, birbiri ile cinsleri karışmış efsânevî kanatlı ve alacalı olmakla tebârüz eden hayvanlar bulunmakta idi. Kanatlı gök ejderi (Türkçe “kök-luu”), ejder-atlar, ejder-parslar, yırtıcı kuşlar, dağ keçisi ile geyik (Türkçe “sıgun-kiyik”) fasîlesinden gerçek hayvanlar ve efsanevî, tek boynuzlu ch’i-lin (Türkçe kelen) gibi. Geyik fasîlesinden hayvanlar ve Taoist hakîmler, semâvî dağda biten ölümsüzlük otunu (Türkçe sıgun otı), veya şeftali, elma veya nar gibi bir ağacın yemişini yiyerek, ölümsüz ve ölümsüzlük timsâli olmakta idiler. Kargalık tâcında tasvîr edilen Taoist menkıbeler sebebi ile Werner bu tâcı Çin eseri sanmıştı. Ancak, renkli taşlarla murassa bu altın işçiliğinin Tagar-devrinden beri İç Asya göçebelerince yapıldığı anlaşıldı. O halde Taosit konular nereden geliyordu? Bernştam, Kargalık mezarında yatan kadının yarı-mongoloid olduğuna dayanarak bu mezarı Türklerle eş tuttuğu Hunlara atfetti. Ölümsüzlük otunu yiyen “sıgun-kiyik” konusu Sibiryada bulunmuş ve Tagar çevresine atfedilen bir murassa altın tokada da mevcut gözükmektedir. Ayrıca söz konusu Taoist masalların Çin sınırlarındaki en kadîm göçebelerden “Jung”lar ile de ilgili olduğunu ve M.S. IV-VI. yüzyıllarda Türklerin Ala-tağ ve ormanlı dağ (yış) efsânelerinde de yaşadığını göreceğiz. Esâsen Çin sınırındaki kadîm göçebeler ve Türkler Taoist kültür çerçevesi içinde bulunuyorlardı. Ala-dağ, “yış”, efsânevî hayvanlar, ve geyik-dağ keçisi, eski Türkçe tabîri ile “sıgun-kiyik” fasîlesi ile ilgili sanat eserleri ve efsâneler, Türk kültüründe, “Hâkânî” devrinden sanılan Er-töştük gibi destanlara kadar, tekerrür edecekti.

Batı Türkistan’daki Ala-tağ silsilelerinin ormanlı zirvelerinden, kuzeye, Alma-ata’nın (43°19’K, 77°D) 50 km doğusuna akan Esik çayı kıyısındaki mezarı bulan Akışev, bu mezarın mensûp bulunduğu kültür çevresini şöyle çizmiştir: Esik78 mezarı Ala-tağ silsilelerinin kuzey yamaçlarından Ila vadisine (40°-45°K, 75°-80°D) akan bütün “Sakai” devri mezarlar, ve Altun-yış dağlarındaki (50°K, 85°-90°D) Pazırık devri mezarlar ile, ırk ve kültür bakımından, müşterek husûsiyetler göstermektedir. Esik mezarında yatan ceset ile Ala-tağ’ın kuzey yamaç-larında, Ila vadisinde ve Altun-yış mezarlarında yatanlar aynı ırk ve kültüre mensûp idiler. Pazırık devri Altay mezarlarındaki kısmen Europeoid, kısmen mongoloid ırkın Türkler ile eş ırktan olduğu netîcesine varıldığını yukarıda kaydettiğimize göre, Esik mezarlığında ve diğer “Sakai” devri mezarlarındaki medfûn olanlar için de mümâsil netîcelere varmaktayız. Bilhassa ki M.Ö. IV. yüzyıllardan sanılan Esik mezarında, gümüş bir kap içinde, Kök-Türk harflerinin arkaik şekli olduğu sanılan harfler ile yazılmış ve Kazak âlimlerine göre, iki harfi yalnız Türkçede olan bir yazı bulundu.79 Bu çok önemli buluş, Kök-Türk yazısının mîlâttan önce, belki Aristov, N. Orkun ile Kisilev’in,80 sandıkları gibi, damgalardan gelişerek, teşekkül ettiğini gösterebilir.

Esik çayı kenarında bir hükümdâr âilesi mezarlığı bulunduğu anlaşılmıştır. En büyüğü olduğu sanılan merkezî mezar, yağmalanmış olduğu için, arkeolojik araştırma hiçbir netîce vermemiştir. Güneydeki mezar ise dokunulmamış vaziyette bulundu. Esik mezarlarının güney bölümünde, on altı yaşlarında bir genç yatıyordu. Kıyâfeti, Taştık resimlerinde görülen kısa kaftan ve çakşırdan ibâretti. Ancak, kaftanın üstüne ve çakşırın baldır ve ayak kısmına, altından bir zırh ve çizme geçirilmiş gibi idi.

Bu zırh ve çizme, üçgen ve dörtgen şeklinde altın varaktan ve som altından küçük levhaların yan-yana dikilmesinden teşekkül ediyordu. Genç alpin başındaki çok yüksek ve sivri börk de altın süslemeler ile kaplı idi. Börkün alın hizâsındaki kısmına erken Altay mezarındaki keçeden örtüye tasvîr edilmiş mabûde’ninkine mümâsil şekilde, bir tâç geçirilmişti.

Börkün motifleri, aynı çevredeki mezarlardan, Kargalık mezarındaki tâçta bulunan dağ ve efsânevî hayvanlar konusunu, başka şekillerde, anmakta idi. Kargalık tâcındaki dağ konusu Esik’de bulunan altın levhalarından birinde de görülür. Kanatlı bir kaplan veya pars, Kargalık’daki taçta gösterilen şekilde, sivri dağlardan müteşekkil bir çevre içinde tasvîr edilmiştir. Kargalık mezarı ndaki tacın Taoist Çin efsânelerinde, ölümsüzlerin cenneti olarak gördüğü kutlu dağ ve kutlu hayvanlar konusuna bağlandığını kaydetmiştik. Esik’de yatan gencin börkü sanki böyle bir sivri dağ şekli arz ediyordu ve tepesinde, altından bir küçük yabani keçi heykeli bulunuyordu. Börkün ön kısmında başka altın heykeller, iki çift olarak yer alıyordu. Bunlar bir çift at ile, bir çift kanatlı dağ koyunu (arkar), veya boynuzlu at tasvîr etmekte idi. Pazırık devri Altun-yış mezarlarında, aynı devirden Baykal gölü civarında bulunmuş bir tunç levhada ve Kök-Türk devri Altun-yış petrogliflerinde, kanatlı, veya boynuzlu, bazen maskeli at tasvîrlerine rastlamaktayız. Bunların belki manâsı Türk devri metinlerinde, meydana çıkacaktır. Kurban edilen atların tabîat üstü bir hüviyet kazanarak, ölen kimseye öbür dünyâda bineklik ettiğine inanılıyordu. Belki eski devirlerde de bu inançlar mevcuttu. Esik’de yatan gencin tâcından yükselen motifler arasında oklar ile birlikte, ağaç veya tüye benzer şekiller de yer almaktadır. Böyle tüylerden müteşekkil, Kâşgarî’nin “kedüt” adını verdiği, başlıkları, Kagnılı Türklerinin giydiğini İkinci bölümde göreceğiz. Gencin gövde kısımlarındaki altın levhalar, önden görülen kaplan veya pars başlarını tasvîr ediyordu. Mezarda, fîrûze ile murassa altın küpeler ve iki altın yüzük de bulundu.

Yüzüğün birinde, gencin kendisi gibi, tâclı bir börk giymiş bir baş tasvîr edilmişti. Genç alpin kemeri de onaltı altın levha ile süslü idi. Kemere geçirilmiş levhalardan büyükleri, dört-köşe çerçeve içinde, bir efsânevî kulaklı kuş başının, diz çökmüş bir geyiğe, saldırdığını göstermektedir. Diğer kakmalı demirden kılıç ve bir kama, solunda ise “kıngırak” dediğimiz cinsten, yine altın kakmalı bir kamanın, çift yırtıcı kuş başı şeklinde, kabzası bulunmuştur. Aynı tarz kama kabzaları, Tagar kültüründe ve Altay’da, Çulışman ırmağı kıyılarında, Kumurtuk mezarında da vardı. Esik mezarından dört bin kadar altın levha çıktı. Genç alpin solunda altın sokumlu ve böylece temsîlî manâsı olduğu anlaşılan bir ok ile bir kamçı kalıntıların da bulundu. Se-Ma Ts’ien’den öğrenildiğine göre Mîlâddan önce II. yüzyılda ok ve yay hükümdâr timsâli idi. Kök-Türkler ve Hâkânlı Türklerinde ok, boy remzi ve kama ile “kılıç (ve) berge” (kamçı) hükümdârlık işâreti sayılıyordu. Esik’de yatan alpin baş ucunda, tunçtan bir ayna konmuştu. Ayrıca, iki gümüş tabak, altın yaldızlı bir tunç tabak ve kepçe ile, üzerinde yazı bulunan gümüş kadeh ve ağaçtan kaplar da, buluntular arasında idi. Bunların içindeki yemek ve içkilerden eser kalmamıştır. Kurbanların kalıntıları da bulunamadı.

Esik altın levhalarındaki motifler, at, dağ keçisi, geyik, kaplan, pars, kurt, yırtıcı kuş, gibi motifler, Eurasia İlk göçebeler sanatının Doğuda Ordos’dan, Sibirya’ya, Orta Asya’ya ve Batıda Karadeniz Skit bölgesine kadar yayılmış ve aşağı-yukarı aynı tarzda tasvîr edilmiş konularıdır. Esik’e mahsûs bir üslûp aranırsa, belki şöyle denebilir: Tagar çevresinin küçük madenî hayvan heykellerinde tebârüz eden natüralist temâyül, Esik’te yüksek bir sanat seviyesine erişmiştir. Üstelik, Tagar heykellerinde görülmeyen, hareketli levhalar, Esik altın eserlerinde gelişmiş bulunmaktadır. Yenilmiş ve güçsüz kalan hayvanın yıkılır gibi düşmesi, üstün bir sanat ile tasvîr edilmişti. Başka bir hayvan tarafından avlanan veya yıkılan geyik tasvîrlerinin manâsı hakkındaki tahmînleri, aşağıda M.Ö.’ki binyılda Kuzey Çin’de devlet kuran ve kısmen Türk olduğu sanılan Chou’ların kültüründen bahsederken açıklayacağız. Burada şu kadarını söyleyelim: Chou’larda, atalara kurban olarak, av sırasında, hayvanları ok ile vurmak merâsimi vardı.81 Türklerin ise kurbanlık atları avda vurdukları ileride görülecektir. Esik’te tasvîr edilen yere düşmüş hayvanların art ayakları, bazı Tagar madenî levhalarındaki gibi tersine dönmüştür.82 Bu şeklî zorlama, belki levhanın muhtelif kısımlarına birbirine perçinlemek için, teknik bir mecbûriyet idi. Fakat, aynı husûsiyet, teknik sebep olmadan, Esik’den daha geç devirde, Altun Yış’da Pazırık devri mezarlardan çıkan, renkli keçe tasvîrlerdeki yenik hayvanlarda da tekerrür edecekti. Doğudaki Kagnılı boyların vatanı olan Ötüken-Orkun-Baykal bölgesinde de, M.Ö. V-III. yüzyıllardan bir mezarda bulunan tunç aynada art ayakları tersine dönmüş dağ keçisi tasvîr edilmiştir.

4. Aral Gölünün Güneyi

Esik mezarından Batıya doğru açılan yaylalar ve ovalar boyunca 1000 km kadar ilerleyince, Turan ovasına inilir (40°-45°K, 57°-65°D). Turan ovası denen bozkır çevresinde, bitki olarak, otlardan başka, bilhassa Türkçe “saksaul” veya “sekseul” denen (Radloff lugatına göre salsola, arbustris) ve yakıt olarak kullanılan, eğri-büğrü çalılar yetişir. Dünyanın en büyük nehirlerinden Amu-deryâ ve Sır-deryâ, çalılıklar ve ardıç ağaçları arasından, Aral gölüne doğru akmaktadırlar. Bozkırın ufuklarında, tepeler ve Batıda, Oğuz destanlarında “Karacuk” denen Kara-tağ silsilesi gözükür. Karacuk dağlarının ötesinde, Doğuda, bir önceki merhalemizde sözü geçen Talas, Şu ve Ila ırmakları ile Tering-köl ve Isık-köl bulunmaktadır. Mîlâttan önceki bin yılın başında, Turan ovasında, Tolstov ve Trofimova’nm araştırmalarma göre,83 Dravidoid’leri, Elam ve Sümerlileri andıran ırklar yaşıyordu. Bunların dili, Tolstov’a nazaren Türkçeye benzeyen Sümer dili idi. Veya bunlar Ust-Poluy kültürü ile ilgili Fin-Ugor boyları olabilirdi. Antropolojinin verdiği bilgiler yanında, Trofimova, bazı hükümdâr tasvîrlerinin eski kavimlerde görülen tipolojiye benzediğine dikkati çeker. Bunlar, Sümer heykelleri gibi, badem gözlü, yukarı doğru kalkık burunlu, az saçlı ve kısa boylu insanlardı.

Mîlâttan önceki binyılın ilk yarısında, Turan ovasına bazı göçebe boyların akını ile, Tolstov’un, “ilk göçebeler devri”84 dediği safha başladı. Turan ovasının bu ilk göçebelerinin Avesta’da, adı geçen “Tûra” boyları olduğu sanılır. Avesta bunların iline Kanha” adını veriyordu. Diğer göçebe toplulukları gibi bunların da muhtelif ırklardan ve boylardan müteşekkil olduğu anlaşılır. Tolsov’a göre, “Tûra”ların başlıca boyları, Amu-derya yönünden gelen Hind-İranlılar, Tuna nehri cihetinden ve Karadenizin kuzeyinden ilerleyen Thrako-Kimmerler, Herodotos’un M.Ö. IV. yüzyılda aşağı-yukarı bu illere tekabül eden bir bölgede tespit ettiği boylardan “Massagetoi” ve onlarla karışmış Doğu Avrupalı “Skythai” (Skitler) ve Orta Asyalı “Sakai” idi. Bu muhtelif boyların Eurepeoid olduğu tasavvur ediliyordu. Nitekim de, antropologlar, pek çok sayıda Sibirya’nın Andronovo kültüründekilerine benzer insanların mezarlarını buldular. Sanat eserlerinde de, Karadeniz kıyısındaki Skit tasvîrlerine benzer, Yunan normuna göre güzelleştirilmiş, düz burunlu, Skitler gibi uzun saçlı, fakat daha seyrek, belki takma sakallı olarak gösterilmiş çehreler çokluktadır. Persepolis kabartmalarından bilinen, Sâmî ırklara benzer, gür, kıvırcık sakallı, gaga burunlu İranoidler Turan ovasındaki erken eserlerde görülmemektedir. Halbuki Turan ovasının Amu-deryânın batısındaki kısmında yaşayan Hvarizmliler, tarihî devirlerde, İranlı bir dil konuşan bir kavim olarak belireceklerdi.

Mîlâttan önceki binyılda, Turan ovasında, Mongoloidlerin de yaşadığı Trofimova’nın yaptığı anthropolojik çalışmalar ile ortaya çıktı.85 Mongoloidler, veya Mongoloid ile karışmış Eurepoidler, daha ziyâde, kadîm kaynaklarda “Apasiakae” denen (Su kenarındaki “Sakai”) boyların yaşadığı tasavvur edilen Sır-deryâ’nm Aral gölüne mansabına yakın bölgede, Tagisken mezarlığında, fakat Amu-deryâ batısında (Kalalı-gır harâbelerinde) da bulunmuştur. Türklerin Mongoloidler ile Eurepeoidlerin karışmasından husûle geldiğini sanan Tolstov, M.Ö. V.-IV. yüzyıllarda Turan ovasında Mongoloidler bulunması keyfiyetinin Türk tarihî bakımından önemini kayıt ile, şöyle bir izâh aramıştı. M.Ö. IV. yüzyılda Herodotos’un bu bölge boyları arasında, Tın (Tanaîs, bugünkü Don) ve Etil (Volga) ırmakları doğusunda bulunan bir bozkır ötesinde, yüksek dağlar eteğinde yaşadıklarını bildirdiği ve mongoloid bir vechede tarîf ettiği “Argyppaoi”86 kavmi, Sır-deryâ kıyısındaki Mongoloidler ile ilgili olabilirdi. Z.V. Togan, Haussig ve diğerleri, “Argyppaoi”un ilini Ural dağlarının güney eteklerinde, Yayık (Ural) ırmağı kıyılarında sanmaktadırlar. Çünkü M.S. II. yüzyılda yaşayan Ptolemaus’un coğrafyasında, Yayık ırmağının adı, Türkçeye benzer bir şekilde verilmişti. Margulan ise, Herodotos’un verdiği bilgilere göre yaptığı harîtada, “Argyppaoi”u Aral gölünün kuzeyinde, Ertiş vadisine doğru, bugünkü Kıpçak ilinde tasavvur etmiştir. Anlaşıldığına göre, Bernştam ve Margulan “Argyppaoi”u Çinlilerin “K’iu-she” dediğini kaydettiğimiz ve eski Kıpçaklar sanılan boylar ile eş tutmaktadırlar. Tolstov ise Argyppaoi’un M.Ö. V. IV. yüzyıllarda Sır-deryâ bölgesine Doğudan yeni geldiklerini, ve Sır-deryâ “Apasiakae”si ile karışarak, Turan ovasmdaki Türk ve Hun boylarının ecdâdı olduklarını sanıyordu. Tolstov’a göre, “Apasiakae”nin adını Peçenekler tevârüs etmiş idi. Peçenekler87 münâsebetiyle Klyaştornıy’nin mülâhazaları da burada yerini bulmaktadır. Klyaştornıy şu husûslara dikkati çeker: M.Ö. 130 yılında, Belh ilindeki Yunan Devleti’ni yıkan “Sakarauka” göçebelerini sayarken, Strabo, “Paciana”dan da söz etmektedir ki bunlar Peçenek olsa gerek. “Pracînîkana” adı altında Mathura kitâbesinde bahsedilen boy da Peçenekler olabilirdi. Tolstov’un nazariyelerine geri dönersek, kadîm Kanha adı da, Peçeneklerin üç asîl boyu sayılan, Kangar boylarınca tevârüs edilmişti (Klyaştornıy Kangar’ın Kök-Türk kitâbelerinde “Kang erleri” manâsına Kengeres şeklini aldığını tespît etti). Gumilev, Kangar boylarının Kıpçaklar ile karışması netîcesinde Kanglı (kagnı manâsında) bir ad taşıyan Türk boylarının ortaya çıktığını sanmaktadır. Kıpçakların kadîm devirden beri Aral gölünün kuzeyinde ve Ertiş vadisinde yaşadığı hakkındaki görüşü yukarıda kaydetmiştik. Yine Tolstov’a göre kadîm “Sakai” boylarından “Augassoi” ve “Tobar” veya “Dukeres”in adları da Türklerden Oğuzlar ile Düker (Düger) lere geçmiştir. Avesta’daki Tûra kavmi ise, zaman ile “Tûr” adlı efsânevî hükümdârın ahfâdı Türkler sayılmış ve bunların ili Tûrân cem’i olan Tûrân şeklini almıştı.

Sır-deryâ’daki “İlk göçebe”lerin Doğu ile maddî kültür bakımından da ilgisi olduğuna Tolstov işâret eder. Aral doğusundaki Balandı I ve II88 diye adlandırılan kalelerde, “Apasiakae”ye ve diğer Europeoid sayılan göçebelere atfedilen yapılardan büsbütün başka ve Mîlâttan önceki binyılda Şîmâlî Çin’de göreceğimiz bir yapı geleneği, göze çarpmaktadır. Bu yerlerde Mongoloid iskeletler çıkmıştır.

Tolstov ve onu takibedenler “Kanha” kelimesinden Türkçe Kanglı ve Kerîğeres boy adları geliştiğini ileri sürerken, Egami’ye dayanan Kollautz ve Miyakawa89 aksine, “Kanha” adının Türkçe “Karîğh” gibi eski bir şekilden geldiğini söylemektedirler. Bu münâsebetle adları “Kao-ch’e” (yük-sek tekerlekli kagnı) olan Türklerin de “kanglı” (kagnı) sahibleri olduğunun ve Tagar kültürünün bunlara atfedildiğini hatırlarız. Kollautz ve Miyakawa’nın vardıkları netîce Çin tarihlerinin M.Ö. 134’ten beri “K’ang-kü” (veya K’ang-ki) adını verdiği Sir-deryâ ve Talas ırmağı boyundaki devletin de Türk yahut Türkleşmiş olduğunu muhtevîdir, çünkü Avesttfdaki “Kanha” ile Çin tarihlerindeki “K’ang-kü” nün aynı olduğu umûmiyetle kabûl edilmektedir. Esâsen Tomaschek,90 Barthold,91 Bernştam,92 Shiratori93 ve diğerleri hem “Kanha” hem “K’ang-kü” nün Türkçe Kanglı’dan geldiğini tahmîn etmekte idiler. Bu fikre dayanarak To-maschek,94 Avesta’daki Kanha ili ve Tûra milleti hükümdârı Franrasyan’ın (sonraki kaynaklarda Turan ve Türk hakanı Frâsyâb veya Afrâsyâb) Kengeres-Kanglı neslinden olabileceğini sanıyordu. Kengeres-Kanglı boyları aslen Türk olsa veya olmasa, “Sakai” arasında Türklerin ataları da bulunduğu muhakkak gibi gözükmektedir. Esik gibi, Türkçe olduğu sanılan bir yazının bulunduğu mezardan çıkan eşyânın “Sakai”ye atfedilen mezarlardakilere benzer üslûpta olması da, “Sakai” arasında Türkler bulunduğuna, işâret olabilir. Mîlâdî VI. VII. yüzyıllarda Menander Protektor, Türklerin “Sakai” neslinden olduğunu söylerken, haklı olmuş olabilirdi. Sâsânî kaynaklarına dayanan IX. yüzyıldan İslam müellifleri de, Tûrân ve “Kang” (Kanha) bölgesinin, Türkistan ile müterâdif sayarlar. Onlar, Avesta’daki “Tura”lara “Tûr” demekte ve “Tûr” adlı efsânevî şahsın ahfâdını Türkler olarak bilmektedirler. Avesta’daki95 Franrasyan, IX. yüzyıl Müslüman müelliflerinin eserlerinde Frasyâb veya Afrâsyâb adını almakta ve Türk Hakanı olarak tanıtılmaktadır.96 Hvarizmlilerin de Türkler ile karışık olduğu anlatılır.97 Bîrûnî’nin Hvarizm ilinin efsânevî hükümdârı olarak tanıttığı Siyâvahş (Siyâvûş), Türk Hakanı Afrâsyâb’ın kızı ile evli idi ve “Kang-dîz” kalesi Türkistan’da kurulmuştu.98 Afrâsyâb, M.S. XI. yüzyıl metinlerinde, Türkçe adı olan “Alp-er-tonga” olarak tanıtılır ve kızı, o devirde bir hükümdâr ongunu sayıldığını göreceğimiz su kuşlarından, Kaz adını alır.99 Kâşgarî, Alp-er-tonga ve Kaz hakkında, destan parçaları kaydetmektedir.

Aral bölgesindeki maddî kültür eserlerine100 gelince, bunlarda görülen kıyâfetler, Esik’deki tarzda, mintan, kısa kaftan, çakşır, sivri börkler ve demirden küçük levhalardan müteşekkil zırhlardan ibârettir. “Kıngırak” dediğimiz kamalar ve bunlara benzer, daha uzun kılıçlar da, buralarda bulundu.

Herodotos’un Aral boylarını göçebe saymasına rağmen, bugün bunlara da yarı-göçebe denmektedir. Aral güneyindeki boylar çoban idiler, fakat ırmaklardan, arıklar vâsıtası ile su alarak suladıkları, tarlaları da vardı. Tuğla ve balçıktan, otag şeklinde âbidevî türbeler de binâ ediyorlardı. Tagisken mezarlığı böyle âbidevî türbelerden müteşekkildi. Turan ovasındaki yarı-göçebeler, iki veya üç boyun ayrı bölümlerde yaşamasına imkân veren, sûrlu şehirler de inşâ ediyorlardı.101 Bu şehirlerde, toplantı ve şölen yeri, belki de tapınak mâhiyetinde olan ve bir ocak ile temâyüz eden merkezî yapı idi. Ocağın ateş ibâdeti ile ilgili olacağı sanılmaktadır. Sır-deryâ ve ona akan Inkâr-deryâ’daki mezarlıklarda,102 sed üzerine kurulmuş ağaçtan köşklerde, ölülerin yakıldığını gösteren kalıntılara da rastlandı. Tarihî devirde, İran dînlerinde, ve bu arada Zerdüşt dîninde, cesetlerin etleri, yırtıcı kuşlar ve husûsî şekilde yetiştirilmiş köpeklere yedirilip, kemikleri, sonraki Arap kaynaklarından, adının nâvs olduğunu öğrendiğimiz mahfazalarda, muhâfaza edilirdi. Mîlâttan önceki binyıldan kalıntılarda Tûrân ovasında da, insan heykeli şeklinde nâvs’lar bulunmuştur.103 Cesetleri köşk içinde yakmak geleneği ise bundan tamâmen ayrıdır ve bu âdetin tarihî Türkler arasında yaşayacağını göreceğiz. Mîlâttan önceki binyılda Turan ovasındaki maddî kültür izleri, yırtıcı kuş ile at gibi hayvanların ve bunlardan mülhem, Herodotos’un gryf dediği arslan vücudlu ve kuş başlı efsânevî şekil gibi motiflerin yaygın olduğunu gösterir. Bu motifler belki dînî, belki heraldik vecheler de almakta idiler. Sır-deryâ yarı-göçebeleri maden işlerinde Altaylılar kadar mâhir değildi, fakat buna karşılık, kabartmalı keramik levhalar ve duvar resimlerinde muvaffak oluyorlardı.104

5. Kama ve Etil Irmakları Kıyıları

Aral gölünden Kuzey-Batıya ilerleyince, (55-57 °K, 47-55 °D bölgesindeki) Kama ve Etil ırmakları kıyılarında, Mîlâttan önceki bin yılda, bugünkü arkeologların Ananin105 adını verdiği kültür bulunuyordu. Ananin kültürü arkeologları tereddüde düşürmüştür. Çünkü Herodotos’un coğrafyasından çıkarılan netîcelere göre, Ural dağlarının batısında, Tanaîs (Tın, bugünkü Don) ve Etil arasında ve belki Aral gölü kuzeyine kadar Eurepeoid bir kavm sayılan Sauromatae’nin oturduğu sanılıyordu. Halbuki kazılar, Kama ile Etil vadilerinde, bugünkü Kazan şehrinin doğusunda, Mongoloidler ile karışık bir kavmin yaşadığını göstermiştir. Belki bunlar, Herodotos’un mongoloid bir görünüşte tarîf ettiği “Argyppaoi” ile karışmış olabilirdi. “Argyppaoi” boylarının, bazı tasavvurlara göre, ya Yayık nehrinin Hazer denizine aktığı bölgede yahut Aral gölünün kuzeyinde yaşamakta sanıldığını kaydetmiştik. Böylece, “Argyppaoi”ın yaşadığı tasavvur edilen iller, Kama ve Etil kıyılarından pek uzak değildi. Ananin kültürünü vücuda getirenlerin yarı-mongoloid olduğunu hem antropoloji, hem de sanat eserleri göstermektedir. Dikili taşlar üzerindeki tasvîrlerde, Taştık ve Altay kıyâfetlerine yakın şekilde, mintan ve çakşır giymiş, çekik gözleri ve köseliğe temâyülü ile tebârüz eden şahıslar dikkati çekmektedir. Bunların belinde, alplara mahsus, silahların asıldığı kemerler bulunmaktadır. Ananin kültürünün doğuda Tagar-Taştık çevresi ile, kuzeyde Pin-Ugor kavimlerine atfedilen kültürler ile, ve güneyde Skit dünyası ile ilgileri vardı. Ananin kültürü mensûpları, Kama kıyılarında yerleşme bölgeleri de inşâ etmişlerdi. Bunlar, altı taş, üstü balçıktan sûrlar ve hendekler ile çevrili, bazen üçgen şeklinde, müstahkem şehirlerdi. Mezarlardan çıkan eşyâdan anlaşıldığına göre, Ananin kültüründe, ağaç, yırtıcı kuş, at ve yılan motifleri temsîlî manalar taşımakta idiler. Toprak tanrıçası sanılan yılanlı bir kadın tasvîri de bu mezarlarda bulundu.

6. Kögmen Dağlarının Doğusu, Ötüken Dağları Baykal Gölü ve Orkun ile SeleNge Irmakları Bölgesi

Şimdi yine Türk dünyâsının erken devirdeki merkezi sanılan Kögmen dağlarına dönerek, bu merkezden bu sefer Doğuya doğru ilerleyeceğiz. Doğu cihetinde ilk merhalemiz, Kagnılı boyların Kuzey kuşağının en doğudaki illeri olan, Kök-Türklerin “ıduk” (mukaddes) vatanı Ötüken (bugünkü Hangay) dağları çevresidir. Ötüken dağları (47° 60’K, 92°50’D) Kögmen dağlarının bir az güney­doğuya devâmıdır. Böylece Ötüken dağları, Kögmen dağlarına nispeten, daha az soğuk bölgede bulunmaktadır. Yine de, toprak altındaki buzların erimediği “tayga” iklîmi, Ötüken dağlarında bile kendini duyurmakta, 4300 metreye kadar yükselen zirvelerdeki çıplak kayalar ve seyrek çam ve kayın ağaçları ile tezâhür etmektedir. Yeri tam tesbit edilemeyen “Ötüken-yış”ın (Ötüken ormanlı dağının) daha mülâyim bir yamaç olduğu anlaşılır. Selenge ırmağı, Ötüken dağlarının batısında bulunan kaynağından, Doğuya doğru 500 km. kadar aktıktan sonra, kolları olan Orkun ve Togla ırmaklarının sularını da alarak, Kuzeye, Baykal gölüne (57°K, 103-106°D) akar. Kögmen silsilesinin en Kuzey­Doğudaki kayalık zirveleri bulunan ve deniz gibi geniş ve içinde adalar olan Baykal gölü şiddetli “tayga” iklimindedir. Kayalık ve buzlu toprakta ancak seyrek çam ormanları bitmektedir. Yerler yosun kaplıdır. İç Asya göçebe sanatının motiflerinden geyik ve Kâşğarî’nin “sıgun” dediği, Kök-Türk kaganlarının tamgasmda yer alan dağ keçisi bu illerde yaşar. Göllerde, yine Türk ongunlarından olan Kuzey iklîminin su kuşları, yabani kaz, kuğu ve turnalar uçuşur. Bu bölgede tatlı ve tuzlu sulu göller bulunmaktadır.

Ötüken dağlarının güney eteklerinde ve Orkun ile Togla ırmakları kıyılarında, başka bir iklîm, bozkır yaylaları, başlamaktadır. Bozkır yaylaları çoban boylar için elverişli, geniş otlaklardır. 48°K, 87°D çevresinden itibâren, Doğu Altay silsilesi, 1000 km. kadar, Güney-Doğu istikametinde uzanır. Doğu Altay’ın yamaçları bozkır yaylalar ve zirveleri al granit taşından, çıplak kayalardır. Zirvelerden yuvarlanan al granit kayalarına, daha sonra, Kök-Türkler heykeller oyacaktı… Türkçe “tagı”, bugün Mogollarca taki denen yabani küçük atlar hâla Doğu silsilesinde yaşamaktadır.

Ötüken dağlarında, Selerîğe ile Orkun ırmakları ve Baykal gölü kıyılarında, M.Ö.’ki yüzyıllarda, modern arkeologların “Yassı taşlı mezarlar kültürü” adını verdiği önemli bir kültürün merkezi idi. Mîlâttan önce VI. yüzyılda başladığı sanılan bir kültür, kırmızımtrak granit kayalardan yassı şekilde kesilmiş taşlar ile kaplı, Doğu-batı yönlü mezarlar ile tebârüz ediyordu. Tarihî kayıtlara göre, bu bölgenin (kadîm “Ti”lerden sayılan Basmil Türkleri ile), Uygurların ve başka Türklerin ataları olan Kuzeyli “Ting-ling” boylarının, Mîlâttan önce yaşadığı mıntıka olduğunu, Dikov, Goxman ve Okladnikov kayd etmişlerdi.106

Pruşek ise,107 son yıllarda yapılan kazılara işâret ile, “Yassı taşlı mezarlar” kültürünün, Mîlâttan önceki III. yüzyıldan önce, çok geniş bir sâhâya, Batıda Karasuk-Tagar kültürü ve Yumar (Ob) ırmağı bölgesine kadar, Doğuda, bugünkü Mançurya’ya (eski Tunguz ili), Çin duvarının kuzeyine (bugünkü Jehol ve Sui-yuan bölgeleri), Ordos’a ve hatta bugünkü Sse-ch’uan’a kadar uzandığına dikkati çeker.

O halde, “Yassı-taşlı mezarlar” kültürünün güney sınırı, “Ting-ling”lerin Doğu kolunun ve onların ataları sayılan “Ti”lerin iline varıyordu. Pruşek’e göre bu keyfiyet, Karasuk-Tagar kültüründe görülen Çin tesîrlerini izâh etmektedir. Çin sınırındaki “Ti” ve Doğulu “Ting-ling” illerindeki başlayan ve Kuzeyli “Ting-ling” illeri üzerinden geçen göçmenler, Karasuk-Tagar kültürünün kurucuları olmuştu. Nitekim, “Yassı-taşlı mezarlar” kültüründen çıkan eşyâ, yukarıda çizilen sınırlar içindeki kültürlere ve Tagar kültürüne çok yakın bir tarzda idi. Burada da silahlar, “kıngırak”lar; renkli boncuklar ile murassa altın süs eşyâsı, ve zoomorfik motifler görülüyordu. Bu illerde de güneşe tapıldığı anlaşılmaktadır. Güneş şeklinde hâlesi olan tunç maskeler ve güneş piktogramı bulunan “geyikli taşlar”, burada da mevcuttu. Bu “geyikli taşlar”da da, güneş, ok, yay ve “kıngırak” tasvîrleri bulunuyor ve bunların alp mezarları olduğu anlaşılıyordu. Bütün İç Asya’da yaygın ve kam tasvîri sanılan boynuzlu maskeler burada da bulunuyor ve aynı üslûpta, kuzeyde 60°-65°K-120-124°D mıntıkasındaki, bugünkü Yakut Türklerinin buzlu vatanına kadar yayılıyordu (Yakutların, Baykal bölgesindeki Kagnılı Türk boylarından, Kök-Türk metinlerinde adı Kurıkan diye geçenlerden indikleri sanılır). Kuzeyli “Ting-ling” boylarına âit sayılan “Yassı taşlı mezarlar” kültürünün, yine “Ting-ling”lere atfedilen erken Altay kültürü ile de bağları olabilecek motifler arasında, Pazırık devri Altay mezarlarında olduğu gibi, geyik maskeli at tasvîrleri dikkati çeker. Boynuzlu bir hayvan maskesi taşıyan atların resimleri, yine Altay bölgesinde, Kök-Türk devrinde de kayalara çizilmişti. Baykal ötesinde bulunmuş ve Mîlâttan önceki bin yılın sonuna atfedilen bir tunç levhada da, başında boynuz gibi bir süs olan, at tasvîri görülmektedir. Baykal kaya resimlerinde, kırmızı boya ile çizilmiş “hilâl şeklinde kanatlı” kuş resmi bir yırtıcı kuş ibâdetine bağlanmaktadır.

Yassı Taşlar kültürünü vücuda getirenlerin, mongoloid milletlerin merkezine yakın bulunmak dolayısı ile, Altay çevresine nispeten, Mongoloidler ile karışık oldukları, hem antropoloji araştırmalarından, hem de yukarıda sözü geçen tunç levhadan anlaşılır. Küçük boyda bir ata binmiş bir kişi, çıkık elmacık kemikleri ile, Mongoloidleri, fakat uzun sakalı ile Eurepoidleri hatırlatır. Bu tunç levhada, Kuşân, Tabgaç ve Kök-Türk beylerinin giydiği tarzda, dize kadar inen ve devrik yakalı bir kaftan dikkati çeker. Maden işçiliğinde de, Yassı Taşlar kültürüne mensûp olanlar, Çinin tunç dökme tekniğinin inceliklerini öğrenmiş bulunuyor ve Türkçe “köçürme oçok” (taşınır ocak) adı verilen tarzda, Çince li denen, üç ayaklı toprak çömlekler ile Çince ting ve Türkçe “küzeç” denen, yine üç ayaklı, tunç kazanlar kullanıyorlar idi.

Çin kayıtlarına göre, M.Ö. 209’da Doğu Hunlarının aldığı “Hun-nu” (Orkun veya Selenge) bölgesi “Yassı Taşlar” kültürü çevresi idi. Yassı Taşlar kültürünün Hun Devleti’ne ilhâktan sonra da, aynı vecheyi koruduğu ve Doğu Hun kültürünün fazla bir yenilik getirmediği, Okladnikov ve Rudenko tarafından, arkeolojik araştırmalara dayanarak tespît edilmiştir. Hatta Doğu Hun istîlâsından sonra, “Yassı Taşlar” kültürünün, Doğu Hunlarından kaçan bir boy tarafından, Baykal ötesine yayılmıştır. Bu sebepten, Doğu Hunlarına atfedilen bu bölgedeki mezarlarda da, “Ting-ling”ler ve akrabâ boyların kültür kalıntıları aranmaktadır.108 Bugünkü Mogolistan’ın başkenti olan Ulan-bator’ın 100 km. kadar kuzeyinde, 48°K, 106°D çevresindeki Noyn-ula mezarlarını Rudenko Doğu Hunlarına âit sanmakta, fakat mezarda bulunan kırmızı ile sarı saçları Kırgızlara atfetmektedir (Kırgızlar “Ting-ling” boyları ile beraber yaşıyorlardı ve Kök-Türk devrinden Çin kaynaklarına göre, sarışın idiler). Rudenko, belki “Ting-ling”lerin ataları “Ti”lerin M.Ö. VIII. yüzyılda deri göğüslük ve M.Ö. III. yüzyılda demir zırh giydiği ve “Ting-ling”lerin, tahtadan kolçak ve butluk gibi zırh parçaları kullandıklarım hatırlayarak, Doğu Hunlarının onlardan zırh kullanmağı öğrenmiş olması ihtimâli üzerinde durmaktadır. Nitekim, biz de, yukarıda, Noyn-ula’da bulunan kurt başlı ve tös şeklinde bayrak kalıntılarının, Doğu Hunların değil, totem’i kurt olan “Ti’ie-le” boylarına âit olması imkânından söz etmiştik. Esik, Altun-yış ve Ordos sanatlarının başlıca konularından biri olan, geyik avlayan yırtıcı kuş motifi için de, aynı mülâhaza geçerli olabilir. Bu motif, Noyn-ula’da, Altun-yış’da, ve Uygurlarm ecdâdı Kuzeyli “Ting-ling” boylarına atfedilen “Yassı-taşlar”ın üzerindekine, pek benzer şekilde tasvîr edilmişti. Söz konusu bölgede, Kök-Türk devri başlayıncaya kadar, Kagnılı boyların hâkim kaldığı, 357 yılı ve VI. yüzyıldan Çin kayıtlarından bilinmektedir. Mîlâdî 357’de “Ting-ling”ler ve “T’ie-le”ler, Çin seddinin kuzeyinde, beraber yaşamakta idiler. Altıncı yüzyılda ise, Orkun bölgesinde bulunuyorlardı.

7. Doğu Türkistan ile Çin Sınırları

Artık, Kagnılı boyların en Doğudaki109 illerine gelmekteyiz. Bu mıntıkada, ilk durağımız, bugünkü Kuzey-Doğu Türkistan’da eski Türklerin muhtemelen Terîğri-tağ veya Ak-tağ dediği, T’ien-shan silsilesinin en Doğu etekleridir (43-44°K, 86-93°D). Tarihî kayıtlara göre, bu bölgenin Doğu kısmında, “Karlık-tağ” adlı zirvenin eteğindeki Hamı mıntıkasında, Mîlât sıralarında, Türklerden “T’ie-le” boyları yaşamakta idiler. Schmitfe göre, Doğu Hunlarının M.Ö. 114’de yıktığı “Pu-lei” devletinin adı Türkçe Bars idi. Bars Türkleri, devletleri yıkıldıktan sonra, “Bar (s)-köl” adını alan gölün kıyılarına sığınmış ve bir beylik kurmuşlardı. Mîlâttan önceki yüzyılda adları geçen “Kin-fu” devleti ve muhtelit Çince-Türkçe bir ad taşıyan “Kin-man” şehri (Altın (dağ) lı manâsına: sonraki Beşbalık) de, Schmitfe nazaran, Türk merkezleri idi. Kâşgar’ın Çince adı olan “Shu-le”yi Türkçe Suvlağ’dan (Sulak) muharref sayan Schmitt, “Shu-le” adının ortaya çıktığı Mîlâttan önceki asırda, Kâşgar’da Türkler, muhtemelen Kırgızlar bulunduğunu sanmaktadır. Aynı devirde, Sakalar ise (Kâşgarî’nin Kencine dediği boyun ataları), Schmitfe nazaren, Tumşuk tarafında yaşamış olsa gerek. T’ang kayıtlarına göre, M.Ö. 58 sıralarında Talas bölgesindeki merkezlerinden kaçmak mecbûriyetinde kalan Kırgızlar, Kem kıyılarına ilticâ ederken, Doğu Türkistan’a da gelmişlerdi. Bunlar, “T’ie-le”lere komşu olarak, daha Batıya, Hamı ve Bar-köl’den Kara-şehre doğru ve Kara-şehr kuzeyindeki Ak-tag’a yerleşmişlerdi.

Hamı’dan Güney-Doğu istikametinde 400 km. kadar ilerleyince, Çinlilerin Kansu dediği dar vâhânın girişine gelinir. Aşağı-yukarı 40°-36°K, 100-104°D arasında, Güney-Doğuya doğru uzanan ve yüksek dağlar içinde dar bir geçit olan Kansu vâhası da, kadîm devirde, Çinli olmayan boyların vatanı idi ve Mîlâttan önceki binyılda, Çin ile az münâsebeti vardı. Çinli olmayan ve kimisi Europeoid görünüşlü olan, muhtelif ırklardan bu boylar, Kuzey Çinin birçok kısımlarında devletler kurmuşlar, hatta Yünnan’a kadar uzanıyorlardı. Aşağıda, daha tafsîlâtlı olarak görüleceği gibi, Çinli olmayan kuzey-batılı boylar arasında, Türklerin ataları da vardı. Mîlâttan önceki binyılda, Çinliler, Çinli olmayan kuzey-batılıları, bugünkü Shansi ile, “Ho-si” denen ve bugünkü Shensi, Ordos ve Kansu’dan müteşekkil bölgeye sürmüşlerdi. İşte, Mîlâttan önceki binyılın sonunda, Çinin kuzeyinde devlet kurmuş olup Çinli olmayan boylardan “Al Ti” lerin ahfâdı sanılan, Kağnılı boylardan “Ting-ling”ler de, böylece “Ho-si” de yaşıyorlardı. Hatta, Kansu vâhasınm güneyinde, bügünkü “Sse-chuan”a kadar yaygın idiler. Fakat, “Ting-ling” boylarının merkezi, Kansu vâhasının doğu kısmı idi. Bugünkü Tun-huang ile hâlâ Türkçe bir ad taşıyan Ala-tag (shan) (38°K, 106°D) arası “Ting-ling” boylannın vatanı sayılıyordu. Tabgaç devrinden bir efsâneye göre Ala-tag110 adı bu dağın çok ağaçlı olup alacalı bir görünüşte olması ve bu dağda göçebelerin alaca atlar yetiştirmeleri sebebi ile verilmişti. Batı Türkistan’da da Ala-tağ silsilesinden bahsetmiştik. Türklerin ala dağlar ve orada yaşayan alacalı hayvanlar hakkında menkıbeleri her gittikleri iklîmde tekrar yaşattıklarına ve bu efsânelerin Taoist inançlar ile ilgisine, işâret etmiştik. Aşağıda görüleceği gibi bu kutlu dağ menkıbeleri belki Kuzeyli “Ti”lerden tevâ-rüs edilmişti. Mîlâttan önceki devirde ala at yetişdiren bir “Ti” boyunun adı Çin tarihçisi Se-ma Ts’ien tarafından kayıt edilmişti. Bunlar Çinlilerin “Po-ma” (alaca) ve “O-lo-co” (Türkçe Alaca) dediği, muhtemelen Basmıl boyları idi. Bunların hem kuzeyli “Ting-ling” boyları ile Baykal bölgesinde, hem de Çin sınırındaki Ala-tağ yakınında “P’ing-liang” da yaşadıkları Çin tarihlerinde bildirilir. Oğuzlardan olan “Alâ-yondlu” boyunun da Çin sınırındaki Ala-tağ’da bulunduğu hakkında Tibet kaydı mevcuttur.

Çin sınırındaki Ala-tağın doğusunda, sarımtrak sularından dolayı “Sarı-su” denen Hoang-ho akar. Bu ırmak, kendi vatanlarının doğusunda bulunduğu ve gök-yeşil renklerinin Doğu timsâli olduğu için, Türkler bu ırmağa “Yeşil ırmak” manâsına, “Yaşıl-ögüz” diyorlardı.111 Yaşıl-ögüz’ün kuzeye doğru akan kolunun batısında Ala-tağ, doğusunda ise, Mîlâttan önceki binyılda “Ti” ili olup, asgarî Hun devrinden beri hâlâ “Ordu” (ordugâh) manâsında bir ad taşıyan Ordos yaylası bulunmakdadır.112 Bozkır bir yayla olan Ordos’da nice Türk orduları ordugâh kuracaktı.

Yaşıl-ögüz, 41°K, 106°D çevresine kadar Kuzeye aktıktan sonra, birden 90° bir dirsek ile, Doğuya dönmekte ve kuş uçuşu ile 300 km. kadar Doğuya akmaktadır. Yaşıl-ögüz nehrinin 41°K, 106°D ile 40°K, 111°D arasındaki Batıdan Doğuya akışında, nehrin güneyinde Ordos yaylası ve kuzeyinde, Gobi çölünün sınırlarında yükselen, muvâzî iki dağ silsilesi uzanmaktadır. Mîlâttan önceki binyılda “Ti” ili olan bu silsilelerde,113 Çinlilerin “Yin-shan” ve Türklerin “Çogay-kuz” dediği zirve, Kök-Türk kaganlarının ordugâhlarından biri olacaktı. Yaşıl-ögüz ırmağı, 40°K, 111°D çevresinde, yine bir 90° dirsek daha yaparak, güneye dönmektedir ve artık Çinin münbit loess yaylaları, yanî sarı topraklar bölgesinde, doğuda bugünkü Shansi ve batıda bugünkü Shensi illeri arasında akmaktadır. Shansi’nin bir kısmının eski adı Çince “T’ai-yüan” ve “Jung”-“Ti” dilinde “Talu” idi. 114 “Talu”, “Ting-ling”lerin ataları “Al” Ti’lerin merkezi idi (Ak Ti’ler bugünkü Shensi’de yaşıyorlardı). Bütün bu bölgede Mîlâttan önceki binyılda merkezi Baykal gölü olan “Yassı taşlı mezarlar” kültürünün yayıldığına, önceki bölümde işâret etmiştik.

Çinin kuzey-batı sınırlarında yaşayıp, Çinli olmayan karışık ırklardan boylara,115 Çinliler, Mîlâttan önceki İkinci binyılda, hepsine râci bir ad olarak, “Ch’iang” diyordu. Koyun besleyenler manâsına bu isim, sonradan daha ziyâde Tibetlilerin ahfâdına tahsîs edilmişti. Mîlâttan önceki binyılda ise, Çinli olmayan kuzey-batılı boylara, yine umûmî manâda, “Jung” ve “Ti” denmekte idi. Bunlar, “Al Ti”; “Ak Ti”; Yeşil Ti”; “Shan” veya “Pei” (Dağlı, veya Kuzeyli) “Jung” (Şimalli “Ti”); “Ch’ang” (dev boylu) “Ti”; “Hsien-yün”; “Kuei”; “Lu” gibi, belki ayrı ırktan boylara ayrılıyordu. Çin kaynaklarına göre, Türk oldukları muhakkak bulunan Kagnılı boylar, “Ting-ling” vâsıtası ile, Al “Ti”lerden, Shiratori’nin tahmînine göre ise, “Hsien-yün”lerden iniyorlar idi. De Groofa nazaran, bütün “Ti”ler Türk idi ve “Ti”, “Tik” gibi adlar, Türk’ten muharref idi. Başkaları işe, bütün “Ti” leri Tibetli veya proto-Mogol, veya Eurepeoid saymaktadır. Fakat, tarihî devirde Türk olarak bilinen Basmılların “Ti”lerden olması keyfiyeti, hiç olmaz ise bazı “Ti”lerin Türk olduğunu göstermektedir. Çinli olmayan kuzey-batılı boylardan olup, kısmen proto-Türk sayılan “Chou”lar,116 Mîlâttan önceki binyılda bütün Kuzey Çine hâkim idi. Diğer “Jung” ve “Ti” boyları, “Chou”lara veya küçük Çin beyliklerine komşu olarak, daha ziyâde onların kuzey-batısında, devletler kurmuşlardı.

“Jung” ve “Ti”lere mensûp boyların bir kısmı şehirlerde yaşamağa alışmış bulunuyorlardı.117 Shiratori’ye göre proto-Türk olan “Hsien-ytin” boyu bilhassa, dağ tepelerine kaleler kurmak ile tebârüz ediyorlardı. Geç Taş devrinden kalma eserler arasında, “Jung” ve “Ti”lerin yaşadığı, Shensi gibi bölgelerde, künbedli otag şeklinde ve ortasında ocak bulunan, ağaç ve balçıktan mesken kalıntıları bulunmuştur.118 Ormanlı bir dağda yaşayan Kuzeyli “Jung”lar’ın (Şimâlli “Ti” ler) inşâ ettikleri rivâyet edilen tahta köşkler de otag şeklinde olabilirdi.

Çin’in kuzey-batısındaki göçebelerin madenî sanat eserlerinde Çin tesîrleri,119 Shang devrinden (M.Ö. ikinci binyıldan) beri, hissedilmekte idi. Shang tarzında bir tunç kazanın “Ch’iang” çevresinde yapıldığı, üzerindeki yazıdan anlaşılmıştır. Ordos levhalarındaki kurt tasvîrleri kadîm Çin ejderi “k’uei”den mülhem husûsiyetler göstermekte idi. Kaplumbağa (Türkçe baka) motifinin Kuzey göçebelerinde yayılması da, Han devrinde (M.Ö. 209-M.S. 220) Çin fagfurunun “Kuzey ve Batı yabancıları”nın beylerine kaplumbağa tasvîrli mühürler hediye etmesi ile ilgili olabilir. Kaplumbağa ve yılan (Türklerde “Kara-yılan”) Kuzey ongunları idi. Kaplumbağa ile eş cinsten sayılan kurbağa, Türk olduğu bilinen Tabgaçların bayrağında olup, Tabgaçlardan inen Kuzey Chou sülâlesi (M.S. 557-81) ile Kök-Türkler tarafından da, kaplumbağa ongunun kullanıldığı, bilinmektedir. Bazen Türklere bazen Çinlilere âtf edilen, Mîlâttan önceki binyıldan kalma, zoomorfik vecheli bir kültür tezâhürü de, On iki hayvanlı takvîmidi.120 Chavannes’nın tarihî araştırmasına göre, Oniki hayvanlı takvim Çinin kuzeyindeki Türk boyları arasında, M.Ö. V. yüzyıl sıralarında doğmuş ve M.Ö. II. I. yüzyılda Çine yayılmıştı. Bu imkânı şu keyfiyet destekler: Oniki hayvanlı takvîmdeki remzlerin, zoomorfik görünüşleri yanında, bir de astrolojik mâhiyetleri vardı. Bunlar, yıldız grupları olarak, oniki dilime ayrılmış bir kubbe şeklinde göğün muhtelif cihetlerinde yer almış, tasavvur ediliyordu. Böylece, Oniki hayvanlı takvîmin remzleri, yön mabûdu vecheleri ile, kubbeli bir kâinât tasavvurundaki yön tanrıları ile birleşmekte idiler. Kubbeli kâinât tasavvuru, kubbeli otag şekli ve eşik ile ocak mabûdları ibâdeti gibi husûslar ise, bir göçebe katkısı olarak, Çin kültürüne girmiş sayılır. Eberhard kubbeli otag ile ilgili inançları, ekseriyetini Türk saydığı kadîm Chou’lara (M.Ö. 1050-249) bağlamaktadır.

Altay Türklerinde, Mogollarda, Türkiye’de, Bektaşî geleneğinde, otag veya kubbeli odada, yönlere ve ocak ile eşik cihetlerini göz önünde tutarak, dizilip oturmak âdeti zamanımıza kadar yaşadı. L. Bazin, Türk takvîmleri hakkındaki eserinde, aslî Türk takvîminin mevsimlerin ve tabîî olayların silsilesine göre olup, Türklerin Oniki hayvanlı takvîmi Çinlilerden öğrendiği nazariyesini savunmaktadır. Buna işaret olarak, Oniki hayvanlı takvîmin bilhassa Doğulu Türklerce kullanıldığı ve bu takvîmin remzlerinden luu (ejder) gibi bazılarının yabancı kaynaklı olduğunu delîl göstermektedir. Ancak yine Bazin, Batılı bir boy olan Türk proto-Bulgarlarının da Oniki hayvanlı Türk takvîmini kullandığını ve ejder remzini Türkçe “evren” kelimesi ile adlandırdıklarını söylemektedir. Luu gibi yabancı remzler ikinci derece tesîrler olarak da görülebilir. Oniki hayvanlı takvîmin Türkler ve Çinlilerce beraber geliştirilmiş olması da hatıra gelmektedir. Belki bazı proto-Türkler, göçebe çobanların tasavvurunda daha kolay canlanabilen hayvan remzlerini kullanmış ve bu remzler Çinliler tarafından bir sistem şekline sokularak, gelişmiş şekilde, tekrar Türklere intikal etmişti.

Ordos tunç levhalarının “Jung” “Ti” ve “Ting-ling” lere atf olduğunu ve Çin tesîrlerine rağmen, Eurasia göçebe sanatı çevresine girdiğini kaydetmiştik.121 Nitekim, bu eserlerde, Tagar sanatının üslûbunu hatırlatan tarzda, insan ve hayvan tasvîrleri görülür. Ordos ilinde de, Tagar kültür çevresinde olduğu gibi, ayakta duran geyik ve dağ keçisi heykelleri yapılmakta ve bunlar bazen bayrak direğinin tepesine dikilmekte idi. Ordos’da bulunmuş, altından, veya tunçtan, diz çökmüş geyik motifleri, Esik’de yatan genç alpin kemerindekilere çok benzer. Çin kaynaklarına göre, içlerinde Türkler de bulunan Kuzeyli göçebelerin bayraklarında, yırtıcı kuş, ayı, kaplan gibi motifler de görülüyordu. Türk olmaları muhtemel sanılan Chou’lar, Türkçe “kutaz” denen yabani sığır kuyruğundan tug kullanırdı ve tug kelimesinin belki bir eski şekli o devirde Çinceye geçmiş olabilirdi. 122 Çinliler, kuzey-batılı göçebeleri, totem oldukları anlaşılan ongun’lara teşbîh ederdi.123 Çinli olmayan kuzey-batılı boylar, eurepeoid vecheleri, meselâ Çinlilere nispeten daha keskin burunları sebebi ile, yırtıcı kuşa, ve nispeten daha kıllı olmak yönünden, geyiğe kıyas ediliyordu. “Jung”, “Ti” ve “Ting-ling”leri Çinliler, yılan cinsinden kimisi, efsânevî hayvanlara ve bilhassa kurt’a benzetiyorlardı ve kurt cinsinden hayvanlardan türediklerini iddiâ ediyorlardı. Ak renkte kurt ve geyik motifi, “Jung”lar hakkındaki muhtelif rivâyetlerde yer alıyordu. Çinlilere göre, “Ting-ling”lerin kalbi kurt ile kaplan yüreği gibi idi. Burada açıkça bir ongun söz konusudur, çünkü “Böri”nin (kurt) Türk boylarının ekseriyetinin totem’i olduğu pek iyi bilinir. Geyik ve dağ keçisi Tagar kültüründe de bayrak direği tepesi ve Kök Türklerde kagan soyu ongunu olduğu kaydedilmişti. Doğu Türkistan’daki bir kadîm Türk devletinin adının Bars (Pars) olması imkânına da işâret edildi. Türklerin ecdâdı sayılan boylarda ve Türklerde kaplan ve pars motifinin kadîm ongunlar olduğu keyfiyeti üzerinde aşağıda durulacaktır. Çinin kuzey-batısında yaşayan ve Çinli olmayan boyların çoğunun at yetiştirdikleri de aşağıda görülecektir.

Gök tanrısı timsâli olan bazı yırtıcı kuşlar124 yanında, yukarıda değinilen su kuşları motifi125 de, Çin rivâyetlerinde, Çinli olmayan kuzey-batılı göçebeler ile, kadîm devirden beri alâkalı idi. Kısmen Türk oldukları anlaşılan Chou’larda yabanı kaz, yüksek mertebeli kimselerin timsâli idi. Kök-Türklerin ve Kırgızların türeyiş destanında, bir boy mensûbunun kuğu kuşuna münkalib olduğunu ve Alp-er-tonga’nın kızının adının Kaz olarak rivâyet edildiğini kaydetmiştik. Bütün bu su kuşu efsânelerinin izâhı Kâşğarî tarafından verilmekdedir: kaz ve korday (kuğu), Türklerde, beylik ve kut timsâli idi. Bu timsâl belki su kuşlarının çok bulunduğu Kuzey Asya iklîminde doğmuştu.

Dağ “Jung”larının (bunlar Kuzeyli “Ti” ler idi) 126 yaşadıkları ormanlı dağda, hepsi alacalı olan yırtıcı kuş, pars, at gibi hayvanların ve semâvî ejderlerin birbirine karıştığı rivâyet edilirdi.127 Dağ “Jung”ları alaca at yetiştirir ve bunları Çin’e satarlardı. Bu rivâyet, tarihî Türk devrinde Kansu’daki Ala-tağ ve orada yetişen alaca atlar128 hakkında kaydedilen menkıbelere çok benzemektedir ve muhtemelen onun prototipini teşkîl ediyordu. Esik mezarında çıkan motifler ve Kansu’daki Ala-tag münâsebetiyle, mukaddes dağ konusunun Taoism’de mevcut olduğuna ve Türklerdeki kutlu “yış” (ormanlı dağ) geleneği ile alâkasına işâret edilmişti. Mümâsil bir dînî veche Dağlı “Jung”ların (Kuzeyli “Ti”lerin) 129 yaşadığı ormanlı dağ menkıbesinde de mevcut idi. Bu Ormanlı dağ, maden işçiliğini, silahları ve (“Ti”ler ile “Ting-ling”lerin kullandığını kaydettiğimiz130) zırhları icât ettiği sanılan göçebe hükümdârlar ve savaş mabûtları efsânesi ile ilgili idi. Her mevsim başında göçebeler ormanın etrâfında at üstünde, yarışır ve kurban âyîni mâhiyeti de bulunan bir merâsim icrâ ederlerdi.131 Kurban âyînin mâhiyeti de Çin rivâyetlerinden132 anlaşılabilmektedir. Bu rivâyetlerin birine göre Al “Ti”lerden “Lu” boyu hükümdârı “Ying-erh” bugünkü Shansi’de, Shan-tang’daki bir dağda, kurban merâsimi icrâ ederdi. M.Ö. 645 yılına ait ikinci rivâyete nazaren, Çinin kuzey-batısında yaşayan ve Çinli olmayan göçebeler at kurbanını dağın güney yamacında, Pruşek’in işâret ettiği gibi, güneş ve ateş ibâdeti ile ilgili bir yönde icrâ ediyorlardı. Kurban verildikten sonra, Çinli olmayan göçebeler, kurbanlık atın eti ve şarap ile, bir şölen düzenlemişlerdi. Pruşek’in tahmîn ettiği üzere bu şölen Skiflerin, Hun’ların (ve Türklerin), gök tanrısı ile savaş mabûdu timsâli “kıngırak”ı (kılıç) şâhit tutarak, and içtikleri şekilde bir merâsimde, birbirlerine sadâkat yemîni ile alâkalı idi. Pruşek, bu rivâyeti, göçebelerde and yemîni edenler arasında kurulan alpler birliği hakkındaki en eski kayıt saymaktadır. Atlı göçebeler oldukları için, kuzey-batılı boylar, at ile kovalanan geyik cinsinden hayvanların avında çok mâhir idiler. 133 Bu avın da kurban merâsimleri ile ilgisi, “Chou”ların aşağıda anlatılacak mümâsil geleneklerinden, anlaşılacaktır.

M.Ö. 1059-249 arasında bugünkü Kuzey Çine hâkim olan Chou’ların Shang devrinde “Ch’iang”134 denen kuzey-batılı göçebelerden olup, kısmen proto-Türk sayıldıklarını kaydetmiştik.135 Chou’lar Çin kosmolojisinin temellerini kuracak ve gök ile yer ibâdetini kosmolojik bir sistem şekline sokarak, gök mümessili hükümdâr tasavvurunu geliştireceklerdi. Burada henüz Chou’ların İç Asyalı göçebe gelenekleri ile ilgileri üzerinde durmaktayız.136 Ocak ibâdeti, dört-yönler ve eşik tanrılarına tapmak gibi Chou devrine atfedilen gelenekler, yukarıda söylendiği gibi, otagı, kâinâtın modelinde bir mikrokosm olarak tasavvur eden göçebe çevresinde doğmuş olsa gerek.137 Chou devrindeki kadın şeklindeki ocak mabûdesi, Türk ana-tanrıçası Umay’ın ocak mabûdesi vechesini hatırlatır. 138 Chou’larda rivâyet edilen âyîn şeklindeki avlar da göçebe geleneklerinden sayılmaktadır.139 Kaplana benzetilen Chou hükümdârı, güz mevsiminde ava çıkarak, ok ile geyikler vurur ve bunlar atalar tapınağına kurban olarak yollanırdı. Ordos’dan Sibiryaya, Baykal kıyılarına, Pazırık devri erken Altay mezarlarına, Esik mezarına ve Skit bölgesine yayılan avcı kaplan ve diz çökmüş geyik motiflerinin, geyiğin, kaplana benzetilen alp tarafından kurban edilmesi manâsını taşıdığı böylece hatıra gelir. Chou devri av, kurban âyîni ve onu takip eden şölenin manâları hakkında araştırma yapan Granet şu netîcelere varıyordu. Her avcının vurduğu av onun yemeği ve ongunu olmakta idi. Avın rûhu, Türkçe tabiri ile “öz”ü, avcıya geçmiş sayılmakta idi. Hükümdârın geyik avlayıp geyiği kendi soyu mensûpları ile birlikte yemesi ve atalara “aş” (rûhlara verilen kurban) olarak geyik takdîm etmesi, geyik ve o cinsten hayvanların ifâde ettikleri manâ ile ilgili olsa gerek. Chou devrinden haber veren Çin kaynakları, Chou’larda, Taoist inançlar içinde gelişmiş, fakat yukarıda adı geçen “Jung” ve Türklerle ilgili Ala-tağ ve kutlu alacalı hayvanlar menkıbesine mümâsil inançlar olduğunu bildirirler. Hükümdârın korusu ve bazen sülâlenin mezarlığı olan kutlu dağda, efsânevî hayvanlar arasında, geyik cinsinden hakikî ve efsânevî bazı hayvanların yaşadığı ve bunların kutlu dağda biten ölümsüzlük otunu yiyerek, ölümsüz oldukları sanılıyordu. Böylece geyik ve o cinsten hayvanlar ölümsüzlük timsâli olmakta idiler. Av ve kurban âyînleri, kutlu dağ, efsânevî hayvanlar, geyik cinsinden ongunlar, avı müteâkip şölende av etinin kardeş boylar arasında paylaşılıp, mertebeler tevzî edilmesi ve kadeh ile and içilmesi gibi merâsimlerin, Çin’in kuzey batısında, M.Ö. 645’te yaşayan boylarda ve “Chou”larda olduğu gibi, Türklerde de mevcuttur.

Dağ keçisi veya geyik, yahut insan avlayan yırtıcı kuş motifi gibi Kuzey Çin ve Eurasia göçebe çevresinde çok yaygın olan bir motif de, henüz Çin kültürünün şekil almamış bulunduğu ve İç Asyalı göçebelerin Kuzey Çin’de yaşadığı Mîlâttan önceki bin yıllarda belki manâsını bulmakdadır.140 M.Ö. İkinci binyılda Shang devri kâhinlerinin koyun kürek kemiklerine piktogramlar ile yazdıkları kehânetlere göre, yırtıcı kuşlar ve büyük su kuşları gök tanrısının bir şekli sanılıyor ve bunların önüne atılan yılan ve başka kurbanlar gök tanrısına verilmiş sayılıyordu. Granet’in vardığı netîcelere nazaren ise, “sarı kuş” denen ve kulağa benzer tüyleri olan büyük baykuş, veya kerges ve çaylak gibi kuşlar, gök tanrısının kendisi veya kızı sayılıp, bunların önüne insan kurbanları, bilhassa küçük kız çocukları atılıyordu. Bu kurban merâsimleri ateş unsuru ve şimşek ile yırtıcı kuş mefhûmlarının zirvede olduğu sanılan yaz tahavvülündeki bayramlarda, ve hükümdâr cenâze merâsimlerinde, mezarı takdîs için, icrâ edilirdi. Brentges’in işâret ettiği Chou devri bir eserde, pençelerinde bir insan tutan ve başındaki iki tutam tüyü bir çift sivri kulağı andıran kartal-baykuş tasvîri, belki insan kurbanı remzi olarak görülmelidir. İç Asya göçebe sanatında ise, daha ziyâde geyik veya dağ keçisi cinsinden hayvanlar kaçıran yırtıcı kuş, veya kulağa benzer tüyleri olan kuş görülür. Brentjes’in kaydettiği gibi, yılan ve insan kaçıran yırtıcı kuş motifi Buddhist sanatta da tekerrür edecekdi. Suvarnaprabhâsa-sûtra’nın Çince ve Türkçe tercümelerinde, laçın kuşu, ölüm ve kurban remzi olarak, devâm edecekti.

Shang devrinde Çinlilerin “Ch’iang” dediği, Çinli olmayan göçebeler, Çinliler tarafından avlanarak kurban edilirdi. 141 M.Ö. 596’da son “Ti” devleti yıkılıncaya kadar, “Jung” ve “Ti”ler, zırhlara bürünmüş olarak, öküz boynuzu şeklindeki tunç ve bakır borularım çalarak, Çin seddine akın eder ve belki Çinlilerin istilâ ettiği vatanlarını geri almağa uğraşırlardı.142 “Ti”ler yenilirse, Çinliler, esîrlerin aralarından, “dev Ti” denen çok boyluların boğazım kargı ile delerek öldürür ve başlarını kesip, şehir sûrlarının kuzey kapılarına, kurban olarak, gömerlerdi. “Ti”ler gâlib gelince, onlara yakın bir boydan olan “Chou” imparatoru, hatununu “Ti”lerin bey kızları arasından seçerdi.143 “Ti” beylerine “Chou” sarayında yüksek vazîfeler verilirdi.144 “Ti” devletinin yıkılması ile “Ti”ler yok olmadı. Küçük beylikler hâlinde, M.Ö. III. yüzyıla kadar, devâm ettiler. Doğulu Hun Devleti’ne “Ti”lerin de dâhil olup olmadığı hâlen münâkaşalıdır. Son “Ti” alpı, demirden bir zırh giymiş olarak, elinde bir demir sopa, Çin ordularına ve arabalarına karşı tek başına savaşarak, ölmüştü.145

“Jung” ve “ti”ler, zırhlardan başka, ata binmeye uygun suvârî kıyâfetleri, çakşır ve kemer giyerlerdi.146 Umûmiyetle, uzun entâriler giyen şehirli Çinliler ata binmeği ve atlı kıyâfetlerini ve M.Ö. V. yüzyılda, Kuzey-batı göçebelerinden öğrenmişlerdi.147 “Jung” ve “Ti”ler de, daha sonraki “Ting-ling”ler, “T’ie-le”ler ve Kök-Türkler gibi, Çinlilerin aksine olarak, kaftanlarını sola doğru kapatırlar ve saçlarını uzun bırakırlardı.148 “Ti” kadınlarının başlarına bir serpûş giydiği metinlerden anlaşılmaktadır. “Ti” kadınları işlemeli kaftanlar giyer ve keten kumaşlar dokurlardı.149

“Ti”ler muhtemelen kosmik timsâller olan muhtelif renk gruplarına da ayrılıyordu. 150 Yeşil “Ti”lerin doğuda, Ak “Ti”lerin batıda, Al “Ti”lerin az daha güneyde yaşadıkları anlaşılmaktadır.151 “Ti” boyları, mensûp oldukları renkte elbiseler giyerlerdi. Uygurların da dâhil bulunduğu “Ting-ling” boylarınm Al “Ti”lerden indiği sanıldığını kaydetmiştik.152 Gumilev Ak Hunlarm Orta Asyaya göç eden Ak “Ti”lerden indiğini sanmakdadır.153

Erken Çin kaynaklarında, Çinin kuzey-batısındaki yabancı boyların bazen eurepeoid vechede olup, Mongoloid’lere nisbeten, daha gaga burunlu, daha kıllı, ve “dev” gibi boylu olarak tarîf edildiklerini kaydetmiştik. “Jung” ve “Ti”lere atf edilen bu husûsiyetler daha sonra “Hu” ve “Hu-Me” adını alan Han devrindeki (M.Ö. 220-M. 209) kuzey-batılı göçebelere ve Türklerden Kırgızlar ile bazı Kök-Türklerde de görülecekti.154 Nitekim, keskin burunlara “Hu burnu” denecek idi.

Ordos yaylası ile, Chou’ların ve “Ti”lerin merkezlerinden bugünkü Shansi ve Hopei’deki kazılarda çıkan insan tasvîrleri,155 hakikaten bazen eurepeoid vechelidir. Ordos madenî levhalarındaki insanlar Çin metinlerinde anlatıldığı şekilde ve Taştık levhalarında görülen şahıslar gibi, uzun saçlı; atlı kıyâfetleri mintan, kaftan ve çakşır giymiş olarak tasvîr edilmişlerdi. Sibirya ve Cungarya madenî levhalarında olduğu gibi, Ordos madenî levhalarında da sanki destanlar anlatılmaktadır. Türklerin millî oyunlarından güreş de bir Ordos levhasında gözükmektedir. Chou sanatı insan tasvîrlerinde, eurepeoid görünüşte ve İç Asya kıyâfetinde tasvîrler yanında, mongoloid sîmâda ve uzun Çin elbiseleri giymiş olanlar da vardır.

İç Asya’da, Mîlattan önceki binyıldaki yarı-göçebe kültürlere ait ilk bölümü bitirirken, belki şöyle bir netîceye varabiliriz: Kiselev’in ileri sürmüş olduğu görüş, gittikçe, yeni araştırmalar ile, desteklenmektedir. M.Ö. binyılda, bugünkü Kuzey Çin’den, Batıya doğru, Ötüken dağlarına, Kem ırmağına, Kögmen dağlarına, Altun-yış dağlarına, Ak-tağ, Ala-tağ’ın eteklerinde ve oradan Turan ovası ile Kama ve Etil ırmakları kıyılarına kadar, birbirine bağlı, yarı-göçebe kültürleri sıralanıyordu. Rudenko156, bunlardan bazılarının, meselâ Ordos, Ötüken-Orkun, Sibirya ve Altay kül-türlerinin birbirine bilhassa yakın olduğuna dikkati çekmede ve bunların hepsini aynı boylar câmiasına, atfetmekdedir. Kağnılı boylardan Uygurların, diğer Türk boylarından, Basmıl ve Kırgız’ların, muhtemelen Kengeres’in, belki Oğuz ve Kıpçakların ataları, Mîlâttan önceki İç Asya yarı-göçebe kültürlerinin baş âmilleri arasında bulundukları, böylece, anlaşılmaktadır.

Türkler Ansiklopedisi Cilt I

DİPNOTLAR ve KAYNAKÇA

1 Esik: bkz. aşağıda not 78-79. Eurasia’da küçük mikyasda zirâat ile uğraşan toplumların sonu ve atlı göçebe kültürünün başlangıcı: Pruşek, 95.
2 Anthropoloji: bkz. Debetz; Ginzburg; Gumilev, “Din-lin”; Moorcroft; Trifonov; Trofimova.
3 Bkz. Pulleyblank, AM, IX (Egami’ye atf); Shiratori, “Sinolog-. Beitr.”, 4; Pruşek, 133 (kıngırak kelimesinin aslı irânî değildir).
4 Orkun, II, 22. Kiselev, MIA 9, 259. Musabaev-Aydarov, VANK (1967 6). Rudenko, Sibirische Sammlung, 29-33.
5 Eurasia göçebelerinde çadır lârîhi: Vaynşteyn, 8E 1976/4, Tegirmi tam: Bang-Gabain, “TT” I, 57 ve Arat, Şiir, 228. Yurt: bkz. Xaruzin. Kerekü, tüglinük: Clauson, s. v. Türk odası: Beletzkiy, 66-74. Otag şeklin de taştan mesken: Margulan-Basenov-Mendıkulev.
6 Doğu: aşa. not 136. Batı: Tolstov, Khorczm, 128, 182.
7 Chou’lar kısmen Türkdü: aşağ. not 133.
8 Doğu: Watson, Civilization, ill. 10-11. Eberhard, “Lokalkulturen”, 23-24 (de Groot, Religious system, 289-91, 399-400’e atf). Batı: Tolstov, Khorezm, Abb. 18/IV ve aşağ. not 102. Sibirya: aşağ. not 29.
9 Bkz. aşağ. not 31, 101.
10 Tarihî devirlerde Türk olarak bilinen boylar hakkında erken Çin kaynaklarındaki başlıca metinleri veriyoruz. M. Ö. 209 sıralarında Mao-tun (Bagatur) un futûhatı devri hakkında en erken (Han devri) kaynaklarında şöyle denir: “Mao-tun”, daha sonra (Hoang-ho ırmağı güneyine akm ettikten sonra), kuzeye döndü ve Hun-nu (de Groofa göre Orkun, Ogel, “Töles”, 795-96’ya nazaren Selenge bölgesi), K’iu-she, Ting-ling ve Kırgız devletlerini aldı” (de Groot, I, 61). De Groot I, 62, M. III. yüzyıl Jin kaynaklarında bu devletlerin yerlerini şöyle tayîn edildiğine işâret eder: M. III. yüzyılda, merkezi Taşkent’ten Samarkand’a geçmiş olan “K’ang-“a (Kenız kuzey-batıda idi (Sır-deryâ bölgesi). Bir diğer metin, M. Ö. 176 da Doğu Hun futûhâtını şöyle anlatır: “Sonra, Lou-lan (Lob-nor bölgesi: 40°K, 90°D), Wu-sun (Isık-köl güneyi: 43°K, 78 D) ve “Hout” u (Uygur) aldı” (de Groot, I, 76). Demek ki bir Uygur devleti o devirde Isık-köl kuzeyi, Ila vadisi ve Altay dağları mıntıkasında bir yerde bulunuyordu. Ögel, “Töles”, 800-801’de bu adın “Ugur” okunması gerektiğini bildirmektedir. Üçüncü bir metin Uygur, Kırgız, ve “Ting-ling” boylarının M. Ö. 50-54 sıralarında yerlerini, yine bir Hun hükümdârının fütûhâtı münâsebeti ile tayin eder: “Wu-sun’u aldı (Isık-köl güneyi, 43°K, 78°D), sonra kuzeye dönüp Uyguru aldı (Ila vadisi ve Altay bölgesi), sonra Batıya dönüp Kırgızı aldı (Çu ve Talas vadileri ve daha batısı). Sonra Kuzeye dönüp Ting-ling’i aldı (Sır-deryâ vadisi ve daha kuzeyi) ” (de Groot, I, 221). Kuzey Ting-lingleri ise, M. Ö. 99 ve 85-68 yıllarında, o zaman Orkun bölgesinde bulunan Doğu Hunlarının idâresinde ve onların daha da kuzeyinde, yanî Baykal bölgesinde idiler: de Groot, I, 199. “Ting-ling” adının aslı, Kâşğarî’de tekerlek manâsına gelen, Tegreg’dir: Hamilton, “Toquz-Oguz”, 24-6, 51-2 ve not 4-8. Ting-ling’in aslı “Tıgrıg” dır: Pulleyblank, AM. IX, 230-31. “T’ie-le”nın aslı “Tölis” dir: Orkun, I,
34, 164, 170. Tölis karşılığı “T’u-li” dir, “Tie-le” değildir: Pulleyblank, “Toquzoghuz”, not 353 (Klyukin’e atf). “Ting-ling” ve “T”ie-le” adlarının başka şekillere yaklaşdırılmaları için bkz. Istoriya Tuvı, 55; Kollautz-Miyakawa, 108-109; Koşay, 71 (Czegledy, Nomad’a atf); Liu Ost-Türken 491 (not 24); Gumilev, “Din-lin”; Boodberg, ilah. Prof. Masao Mori’den öğrendiğime göre Japon âlimleri, belki “Ting-ling” adının ve muhakkak “T’ie-le” adının aslının “Türük” (Türk) olduğunu sanmaktadırlar. “Ting-ling” lerin Kuzey boyları: Chavannes TP (1905), 260-67. “Ting-ling”ler Eurepeoid idi, fakat Mongoloidler ile karışdılar: Grumm Grjimaylo, indeks, “Din-lin” ve Kiselev MIA (9), 217-72. “Ting-ling” ve “T’ie-le” Türk idiler: Eberhard, Şimâl, 71; Clauson, “Türk”, 113; Maen-chen-Helfen, “Ting-ling”, 78. Uygurlar M. III. yüzyılda Gobi çölü kuzeyinde idiler (Orkun vadisi): de Groot, I, 79. M. 357’de “Ting-ling” ve “T’ie-le” beraber idiler; bunlar Hun dili konuşurdu; bunlara “Kao-ch’e” (büyük tekerlekli kagnıları olanlar) denirdi: Eberhard, Şimâl, 234. “Kuzeyliler onlara Ch’ih-le (T’ie-le’nin bir bozuk şekli) adını verir, Çinliler ise onlara “Kao-ch’e”, veya “Ting-ling” demektedir”: Wei-shu’dan naklen, Shiratori, “Queue”, 24. Bu boylar, bugünkü Kuzey Çin’de yaşayan “Ti”lerin al renkte elbise giyen boylarından inerler idi: bkz. aşağ. not 109. Kagnılı boyların kagnılarının şekli: Hamilton, “Toquz-Oğuz”, not 25. Üstünde taşınan kağnı şekilleri tarihî: Vaynşteyn, SE (1976/4). “Kao-ch’e” nin manâsı Kangh (Kagnı) idi: Kollautz-Miyakawa. I, 108, 64, 295. Kırgızlar “Ting-ling”ler ile yaşardı: Şimâl, 67. Tarduş boyları M. VI. yüzyılda Altay’da: bkz. not 54. M. 385’de “T’ie-le” boyları Altay’-da ve Hamı ilinde: Kollautz-Miyakawa, 108-109. M. III. yüzyılda Kırgızlar ve Kök-Türkler Kem (Yenisey) vadisinde: Liu, Ost-Türken, 6. Umumî bilgiler: Eberhard, Simâl, 63-89; Kollautz-Miyakawa, 108, 64 de Groot, I, 61-62, 76-9, 221-23, 229 (Batı’daki erken Türk boylarınm merkezi belki Talas ırmağı idi); Pruşek, 24, 77; 81, bu konuda yine bkz. Franke, Geschichte I, 356-57; Hamilton, “Toquz-Oğuz”. K’iu-she=Kıpçak: Gumi-lev, “Din-lin”, 19 ve Herrmann, 11.
“Wu-huan”lar (veya “Wu-wan”) Oğuzlarm ataları idi: Clauson, “Türk”, 117. “Wu-huan”; bkz. Şimâl, 148-9 ve Biçurin, I, 144 (“Onların memleketi Ting-ling’lerin cenup-batısında ve Wu-sun’larm şimâl-doğusundadır. ) Mao-tun onları yok etti ve kalanları Hun’ların doğusuna (bkz. Hermann, harîta 15) kaçtılar ve “Hsien-pi”ler ile yaşadılar: Clauson, “Turk”, 117 (Biçurin, I, 144’e atf). “Wu-huan” kadınları yün ve halı dokur, işleme işler; erkekleri ise ok, yay, at koşumları yapar, altın ve demir eritmesini bilirlerdi: Biçurin, I, 143; Şimâl, 148-40. “Wu-huan”lar ve Çince “Hsi”, “H’i” veya “K’i” adı ile anılan Kay (Mogol) boyları (belki sonraki Kayıg’lar, Osmanlıların ataları: Pritsak, “Two movements”). Tabgaç devleti devrinde, dilleri Türkçe olan Tabgaç boyları arasında yer almakta idiler: Eberhard, Toba, 318 ve Bazin, “T’opa”, 118. Tabsaç’larm ekserî boyları Türk idi: Bazin, “T’opa”, 238-39 ve Eberhard, Toba, 362. “Wu-huan” adının aslı Türkçe Ugan (semâvî, yüksek manâsına) idi: Ba-zin, “T’opa”, 118. “Hsien-pi”, “Wu-huan” ve “Hsi” (Kay, Kayıg) Mogol idiler: Pritsak, “Two movements”. Çinlilerin “Hsien-pi”, “Mu-yun”, ve “T’u-yü-hun” dediği boylar, Tabgaçlar gibi, Türk idiler: Clauson, “Türk”, 117-18. “Hsien-pi” = Sabir: Pritsak, “Sabir”, 128.
Doğu Hunlarınm Batı Hunları ile aynı millet olup olmadığı ve Türk olup olmadıkları hakkında müsbet ve menfî görüşler: Gabain, “Hunnisch-Türkische Beziehungen”. Doğu Hunları, Hindlilerin “Hûna” dediği Orta Asya Hunları ve Batı Hunları, aynı millet idi ve Türk idiler: Clauson
“Türk”, 114-15. Doğu Hunları Türk idi: de Groot, I, 59-60; Shiratori, MRDTB, V, 27 ve id. “Sinol. Beitr”. Doğu Hunları Türk değil idi: Pruşek, 16, 99. Doğu Hunlarının Türk olduğu kâbil fakat muhakkak değildir: G. Doerfer, “Zur Sprache der Hunnen”, CAJ, XVII/1 (W. 1973). Doğu Hunları aslen belki Türk değildi, fakat V. yüzyıldan sonra her halde Türkleşmiş idiler, çünkü dilleri Türkçe idi ve gerek Çinliler, gerek Sogdaklar (Livşitz, SE, 1960/2, 103’e atf) Kök-Türklere de “Hun” diyordu: Klyaştornıy, Pamyatniki, 106 (kaynaklar verilmiştir).
Çinlilerin “Wu-sun” dediği boy Türk idi: Shiratori, MRDTB, V, 27. “Wu-sun”lar ve Kök-Türklerin türeyiş efsânelerinde aynı şekiller: Zuev, 15-8. “Wu-sun”lar Kırgız idi: Gumilev, “Din-lin” (Aristov’a atf).
Türk sanılan boyların Batı grubu: bkz. Böl. 1/2, 3, 4. Kuzey grubu: Böl. 1/1, 2, 6. Doğu grubu: Böl. 1/7. gu (Çu) ırmağı hakkında rivâyet: Kâşğarî, “Balasagun”. Kengeres: bkz. aşağ. not 83­104. Basmıl: bkz. aşağ. not 110. Ak-tağ: Docs. 237; Liu, Kutscha, 171, 236, 238; Hamilton, “Toquz-Oguz”, 26. Tengri-tag: Bazin, “Topa” 287-88; Shiratori, “Sinologfische Beitrâge”, 5; Franke, Geschichte, III, 10 (belki Hun dilinde “gök” anlamına olan “kiloman” kelimesinin veya Türkçe “kökler”in (gökler) tahrîfi olan “K’i-lien” adını taşıyan iki dağ vardır. Bunlar kuzeyde Ak-tağ ve güneyde Nan-shan idi).
11 Czegledy, AOASH XXV, 220. Liu, Ost-Türken, 6. Pruşek, 11, 30, 63, 83, 126 (not 31). Yine bkz. yuk. not 10.
12 Orhun, I, 36, 38, 46, 60, 108, 110, 172; II, 161. “Eçümiz apamız tutmış yir-sub”: ibid., I, 38.
13 Liu, Ost-Türken, 6.
14 Tupa, Tuva: Hamilton, “Toquz-Oğuz”, 27.
15 Liu, Ost-Türken, 6. Kuğu ve Kaz ongunu: bkz. aşağıda not 99, 125.
16 Tayga: Radloff, Wörterbuch, s. v.
17 Andronov kültürü ve eski Kıpçaklar: Gumilev, “Din-lin”, 19. Kara-suk ve Tagar kültürleri Doğudan gelen “Din-lin” (Ting-ling) eseridir: Kiselev, MIA 9, 106-108, 176; Kollautz-Miyakawa, I, 63.
18 Bkz. yuk. not 10.
19 Kiselev MIA 9, 108-78.
20 Yuk. not 19.
21 Bkz. yuk. not 10, 11.
22 Bkz. yuk. not 11.
23 Ögel, “Doğu Türkleri”.
24 Chavannes, TP 1905, 260-67 ve aşağıda not 122 ve 123.

25 Kiselev, MIA 9, 106-108, 176. Muk. ed. Okladnikov, Siberia, 25, (dilimli dört tekerleğin taşıdığı, üstünde otag bulunan araba tasvîri hakk. bilgi).
26 Umûmî mülâhazalar: Rudenko, Noin-ula, 65, 77, 150, 151, 153; Çlenova: Taqar (mukayese unsurları). Aşağ. not 108’de başka mukayese unsurları kaydedildi. Pruşek, 110-112, Orkun, Jehol, Ordos, Shensi, Shansi bölgelerinde yeni yapılan kazıların Karasuk kültürü ile benzer kültürler meydana çıkardığına dikkati çeker.
27 Rudenko, Noin-ula, 65, 77, 150, 151, 153 ve Çlenova, Taqar (mukayese unsurları) Kiselev, MIA 9, 106-108, 176-78 (Altay ile mukayese); 142 (Ananin kültürü ile mukayese). Karasuk kültürü Batıda Altay ve Yumar (Ob) ırmağı vadisine kadar uzanmakdadır: Pruşek, 186.
28 Kollautz-Miyakawa, 64.
29 Kalıntılar: Martinov. Petroglifler: Devlet, 8A 1973/3; Kiselev MIA (9), 148. “Tegirmi tam”: yuk. not 5.
30 Taştık kubbeleri: Levin-Potapov, 68; Kiselev, MIA 9, 128. “Egme”: Kâşğarî, s. v. “Egin”: Orkun, II 77 ve Clauson, Dictionary, s. v.
31 Martinov ve Kiselev, MIA (9), 148, 161.
32 “Çıt”: Slovar’s. v. “Titig”: “TT”, VI, satır 79-88.
33 Balık: Slovar’, “Balıq”.
34 Kiselev, MIA (9).
35 Mannay-ool.
36 Kiselev, UIA (9), 138.
37 Kiselev, MIA (9), 134-146.
38 Kiselev, MIA (9).
39 Gryaznov, Siberie, pl. 160-170, Jettmar, Steppenvölker, 184-202. Orkun kitâbelerinde Cungarya’nın Türkçe adı “Yarış” dır: Giraud, 179.
40 Okladnikov, “Şamanskie izobraieniya”.
41 Kiselev, MIA (9), Okladnikov, Siberia, 25.
42 Bkz. Böl. III not 202-204.
43 Kiselev, MIA (9), Okladnikov Siberia, 35 (Karasuk); Ulug-Kem vadisinde geyikli taşlar: Çlenova, “Olen’ Tefsîrler: Okladnikov, Siberia, 46-48. Chou astral piktogramları: Williams, 442.
44 Bes-oba tapmağı: Okladnikov, Siberia, 24. 15.
45 Devlet.
46 Chou devrinde kurban cinsleri: Biot, I, 419-21 ve Li-chi, 256. Genç ve erkek cinsinden hayvanlar gök ve yer âyînlerinde kurban seçilirdi: Li-chi, 256. Böylece, çinceden tercemelerde, koyun kelimesini koç olarak anlamak gerekdiği anlaşılmaktadır. Chou devrinde koyun (koç) kur-banı ve koyunun yüksek memûr işâreti olması: vezîr rütbeli memûrlar hükümdâra koyun (koç) hediye ederdi. Biot, II, 191-94; I, 433 Chou’lar kısmen Türktü: aşağ. not 153. Chou’larda yer ile gök tanrılarına kurban vurulan av âyîni: aşağ. not 137. Kök-Türk mezarlarında koç heykelleri ve kurban koçların direklere dikilmesi.
47 Kiselev, MIA (9), 112-27.
48 Kıngırak: Pulleyblank, AM, IX, 222. (Egami’ye atf).
49 Yuk. not 47.
50 Tagar kültüründe kazan: Devlet, op. cit. Ocak âyînleri: yuk. not 8. Oçak, oçok: Clauson, s. v. ve Radloff, Wörterbuch, s. v. “Köçürme oçok”: Kâşğarî.
51 Kiselev, MIA (9), 178.
52 Kiselev, MIA (9), 178 v. d. Gavrilova 54-72, 104-106. Schmitt, 352.
53 Altay bölgesinde Mîlâttan önceki devirde Uygurlar ve “Wu-huan”lar hakk. bkz. Böl. I, not 10.
54 M. 485 olayları: Kollautz-Miyakawa, I, 108-109. M. VI. yüzyıl rivâyetleri: Liu, Ost-Türken, 127.
55 Potapov, Altay, 81. Levin-Potapov, 71. Rudenko, Pazyryk 53; ibid., Noin-ula, 100, (Biçurin, I, 352’ye atf). (Kolçak ve butluk: bu tabîrler için bkz. Tarama). “Ti” lerin M. Ö. 706’da kullandıkları deriden göğüslük ve M. Ö. III. yüzyılda giydikleri demir zırh: Pruşek, 137-38, 208.
56 Herodotos, IV, 23.
57 “Tegreg” kagnısı: Hamilton, “Toquz-Oguz”, not 25.
58 Kiselev, MIA 9, 216. Maske: Rudenko, Pazyryk, pl. 92.
59 Çin tesîrleri: Rudenko, Pazyryk, 114-116, 189-192, 206, 296, 305-6. Muhtelit azâlı hayvanlarda Çin tesiri: Dittrich 25, 34. Ordos levhlarında kaplan motifi: Rudenko, Noin-ula lev. 57. Altay’da (Başadar) kaplan motifi: Jettmar, Steppenvölqer, fig. 98.

60 Bkz. Rudenko, Pazyryk.
61 Kiselev, MIA 9, 248-57; tabl. XXXVIII/2, XL-XLIII. Şer, res. 1 d.
62 Rudenko, Pazyryk, pl. 166.
63 Inan, Samanism, 42-3; Esin, “Tös”. Töz: Clauson, Dictionary, s. v.
64 Bkz. not 61. Tulı: bkz. Böl. III, not 151.
65 Trever, op. cit. Kelt alâmeti: aşağ. not 68.
66 Bkz. yuk. not 10.
67 Ögel, “Doğu Türkleri”. Esin, “Tös”, pl. IV/a.
68 A. Ross, Pagan Celtic Britain (London 1974), fig. 9 (Danimarka’da bulunmuş Gundestrup gümüş kazanında kurban sahnesinde üç tane sırık üzerine dikilmiş kurda benzer hayvan başları). Kelfleri Eurasia göçebe-leri ile ilgili sayanlar vardır: Gumilev, “Din-lin”.
69 Noyn-ula’nın bulunduğu yer Kagnılı boylarm bölgesi idi: yuk. not 10. Noyn-ula’da “tös” kalıntıları: Trever, 176 (n. 2); Rudenko, Noin-ula, pl. XXXII, L, LIII; Esin, “Tös”, pl. Il/a, b. Son zamanlarda, aynı bölgede ve aynı devirden, kurt başı şeklinde, tunçtan bir bayrak direği tepesi de bulunmuştur: Grişin, 90 ve lev. XXXIII/1.
70 Bkz. yuk. not 10.
71 Gryaznov, “Minyaturi”, res. 6. Tögünlig at: Orkun, I, 128. Yay’ın gelişmesi: bkz. Uray-Köhalmi. Esri: Clauson, s. v. Sivri tulga: Böl. III, not 157-158. Yenilen düşmanın saçını kesmek: Ögel, “Töles”, 829.72 Bkz. yuk. not 10, 53-54.
73 Bernştam, SA XI, 344-45, 362-63.
74 Akışev, “Kultura Sakov”; Trofimova, “Pri-Aralskie Saki”; Margulan ve diğerleri, 403.
75 Runiform yazılar: bkz. Musabaev. Kenğeres: aşağ. not 83-104. “Wu-sun”: yuk. not, 10 ve 66.
76 Bkz. yuk. not 10, 53, 54’deki kaynaklar.

77 Söz konusu mezarlarda çıkan eserler: Nurmuhammedov, op. cit. Dağ keçisi piktogramı Kök-Türk kaganları damgası idi: Mannay-ool, res. 1. Kutlu dağ, ölümsüzlük otu, Ala-shan ve mümâsil efsâneler: Böl. I, not 10, 110, 126, 132; Böl. II, not 28; Böl. III, not 76, 77, 78, 132; Eberhard, “Lokalkulturen”, 245-55; Williams, “Hsi-wang-mu”; Esin, “Cosmic moun-tain”, 34-5 ve not 4. Ala-tağ, Ila vadisi ve Altay dağlarındaki mezarlar, aynı milletin eserleridir: Akışev, “Issık”, 61-2. Altay hakk. bkz. Böl. 1/2. Er-töştük; bkz. Boratav.
78 Bkz. Akışev, “Esik” ve id., “Issık”; Diyarbakırlı; Oraltay; Rolle ve Süleymanov’un makaleleri. Esik de bulunana benzer şekilde, çift kuş-başı tezyînâtlı kabzası olan kamalar Sibirya’da ve Altay’da da bulundu: Kise-lev’, MIA (9), lev. XXII/3, XXV/7, XXX/11.
79 Rolle, 77.
80 Orkun, II, 22. Kiselev, MIA (9), 959.
81 Balta, yay ve ok, krallık timsâlleri idi: Se-Ma-Ts’ien, I, 180, 294. Kök-Türk Kaganı, Çin Fagfûruna yeşim taşından sopa hediye etmişti Liu, Öst-Türken, 56. Türklerde kılıç ve kamçı hükümdârlık timsâlleri idi: KB, beyt 5279. Kök-Türk devrinde, kama ve kamçı hükümdârlık, ok ise boy timsâli sayılıyordu: Docs., 56, 75, 96.
82 Ok ile kurban vurmak: bkz. aşağ. not 135. Chou’ların ekserî boyları Türk sanılmaktadır: bkz. aşağ. not 133. Chou’lara mümâsil âdetlerin Kök-Türklerde devâmı: bkz. Böl. III, not 106. Tagar motifi: Kiselev, MIA 9, lev. XXXII/4; Jettmar, Steppenvölker, lev. 109. Baykalbölgesi motifi: V. V. Volkov-E. A. Novgorodoya, “Sovyeto-Mongol’skaya ekspeditsiya”, AO 1974 (M. 1975), 558 (M. Ö. V-III. yüzyıllardan tunç ayna).
83 Tolstov, Khorezm, 73-100; Trofimova (1959), 7, res. 7.
84 Tolstov, Khorezm, 101-78.
85 Tolstov, Scythians, 50 ve Tolstov-İtina (Tagisken ve Uygarak mezarlarında Mongoloid’ler). Trofimova (1959), 6 (Kalalı-gır’da M. Ö. IV. II. yüzyıllardan saray kalıntılarında karışık Mongoloid-Eurepeoid’ler). Trofi-raova (1963) (Çirik-ribat, Balandı 4 ve Babış-Molla 2 gibi M. Ö. III-II. yüzyıllardan kalıntılarda Mongoloid ile karışık Europeoid kadınlar). Persepolis kabartmalarında Saka’lar Mongoloid görünüşlü: Akışev (1963).
86 Argyppaoi: Herodotos, IV, 23. Tahmînler: Togan, Giriş, 41; Margulan ve diğerleri, 308 (harîta), 408 (Sır-deryâ’da Mongoloidler); yine bkz. Philipps. Son zamanlarda H. Haussig bu görüşü üç ayrı bildiri de savundu (XXIX. Şarkiyat Kongresinde, I. Türkoloii kongresinde ve XVI. PIAC’da).
87 Klyaştornıy, Pamyatniki, 177. Gumilev, Turki, 266.
88 Tolstov, Scythians, 35-38. Bu tarz yapı: Bölüm II, not 14 ve 24. Balandı’da Mongoloidler vardı: yuk. not 85.
89 Kollautz-Miyakawa, I, 53, 63, 65, 68, 71, 73, 77-9, 97-8, 108-114, 116, 126-127, 129, 295.
90 Tomaschek, 131-36.
91 Barthold, Soçeneniya, II, 26.
92 Bernştam, 8A XI, 263.
93 Shiratori, MRDTB V, (1930), 233.
94 Menander Protector’a atf: Dieterich, II, 17.
95 Minorsky, “Turan”.
96 Mas’ûdî, I, 152. Tabarî, I, 324, 608, 645, 864-66, 899.
97 Tolstov, Khorezm, 83-4 (M. IX. yüzyıl müellifi Makdisî’ye atf).
98 Klyaştornıy, Pamyatniki, 167-75 (Firdavsî’nin Şahnâme’sine atf).
99 Kâşğarî, “Alp-er-tonga”. Kaz ve koyun, kısmen Türk olan (bkz. aşağ. not 133) Chou’lar da (M. Ö. 1059-249) büyük memûr timsâllerinden idi: Biot, 433. Türklerde kaz beylik timsâli idi: Kâşğarî, “Kaz”, Kuğu ongunu: yuk. not 15, aşağ. not 125, Kuğu kut timsâli idi: Kâşğarî, “korday”.
100 Maddî kültür eserleri: Tolstov, Khorezm, 101-178 Id., Delta. 89-246. “Kıngırak” ve “Akinakes”: Pulleyblank, AM IX, 222 (Egami’ye atf).
101 Maddî kültür eserleri: Tolstov, Khorezm, 101-78.
102 Tolstov, Scythians 43-45.
103 Bkz. not 101 supra.
104 Tolstov, Del’ta, res. 67, 65.
105 Ananin kültürü: bkz. Zbrueva. Argyppaoi: bkz. yuk. not 86.
106 Bölgenin tabîî şartları hakkında Schuberfin eserine bkz. Kuzey “Ting-ling”leri: bkz. yuk. not
10, aşağ. Böl. 1/6 ve Böl. II, not 37, 149; Sosnovskiy (1941); Dikov; Goxman; Jettmar, TKEK, 8;
Odladnikov, Siberia, 46-52; Okladnikov-Zaporoxskaya. Yakut ili: Ökladnikov, “Yakut”.
107 “Hun-nu” Orkun bölgesi idi: de Groot, I, 61. “Hun-nu” Selenge bölgesi idi: Ögel, “Töles”, 795-96. Levin-Potapov 75-80; Jettmar, Steppen-völker, 144, 146. Okladnikov, Siberia, 46-52. Baykal bölgesinde tunçtan atlı tasvîri: Maenchen-Helfen, fig. 74. Boynuzlu at resimleri: Okladnikov-Zaporoxskaya. Altay’da boynuzlu atlar: Jettmar, Steppenvölker, fig. 87. Altayda Kök-Türk devri kaya resmi: Potapov, Altay, 93.
108 Yassı-taşlar” kültürünün geniş sâhası: Pruşek, 101, 108-12. “Ti” ve “Ting-ling”lerin zırhları: bkz. yuk. not 55. Rudenko, Noin-ula, 7, 55, 100, fig. 48 (geyik). Aynı geyik motifi Yassı Taşlar kültürü mezarlarında: Çlenova, “Olen”, res. 6/10. “Yassı-taşlar” kültüründe ting: Pruşek, 104. “Küzeç”, ting’m Türkçesidir: TT, I, satır 189 daki ırk, Ting adlı kua 55’dir. Tinq şekli: Cheng, Chou, pl. 15/a.
109 Hamı bölgesi, “T’ie-le” boylarına ait idi: Docs., 169. Bar-köl’ün asıl adı Bars-köl ise, bu Türkçedir ve bu bölge, çok eskiden Türkler ile ilgili idi: Pulleyblank, AM IX, 219. Pu-lei (Bars) Türk devleti, “Altun-yış” dağlarından adını alan “Kin-man”, “Kin-fu” devleti: Schmitt, 352-53, 356. Kâşğar’da, Mîlâd sırasında Kırgızlar: Schmitt, 377, 348. Kırgızlar Ak-tağ eteklerinde: Chavannes, TP (1905), 559. Kagnılı boylar (Kao-ch’e Ting-ling, T’ie-le veya Ch’ih-le) Ti’lerin Al elbiseli boylarından iner. Kao-ch’e’ler kendilerine Ti-li adını verirler. Kuzeyli milletler onları Ch’ih-le adı ile anar (Ch’ih le, Shiratori’ya göre T’ie-le’nin bozuk bir şeklidir). Çinliler onlara “Kao-ch’e” veya Ting-ling demekdedir. (Wei-shu’ya, atfen, Shiratori, “Queue”, 24). İç Asyada’ki Kao-ch’e “Ting-ling” ve “T’ie-le” boyları için, bkz. yuk. not 10. Ti, Tik=Türk: de Groot, I, indeks, “Tik” ve s. 5, 8, 10, 18, 20, 24-5. “Jung”: ibid., indeks, “Dzong”. Bugünkü Kuzey Çin, eskiden, Çinli olmayan karışık boyların vatanı idi: Chavannes, TP (1905), 520­27. Ch’iang ve Jung adları eskiden bilhassa Tibetlilerin ataları ile ilgili sanılırken, şimdi Shang devri yazılarında “Ch’iang” adının bütün Çinli olmayan Çinin kuzey-batısındaki boylara, “Jung” isminin ise, Chou devrinde, yine kuzey-batılı Çinli olmayanlara verildiği anlaşılmıştır; bu boyların yerleri ve adları: Pruşek, 23, 29-40, 85, 123, 142. Tun-huang ile Ala-shan (dağ) arasında yaşayan Ting-ling’ler: Chavannes, TP (1905), 526. Jung ve Ti’lerden “Hsien-yün” boyu Türklerin ecdâdı idi: Shiratori, “Queue”, 24. Basmıllar Ti boylarından idiler: bkz. aşağ. not 110. Kuei=Wei: bkz. Pruşek, indeks.
110 Basmıller “Ti” boyudur: Chavannes, TP (1905), 528 (not 1) (Se-Ma-Ts’ien, CXVI, 1 v. ‘ye atf). Sonraki kaynaklar: Eberhard, Şimâl, 280; Pelliot, “Calacian”; Zuev, 118. Mümâsil rivâyetler: Böl. I, not 10, 77, 127, 132; Böl. II, not 28; Böl. III, not 76-78, 106, 132.
111 Yeşil ve gök renkleri Doğu timsâli: bkz. Böl. II, not 22.
112 Franke, Geschichte, III, 236; Clauson, Dictionary, s. v.
113 Pruşek, 186.
114 Pruşek, 124, 142; 186.
115 Bkz. yuk. not 109.
116 Pruşek, 39-40.
117 Pruşek, 56, 170, 214.
118 Otag şeklinde meskenler: “Lokalkulturen”, 23-7 ve Watson, Civili-sation, figs. 10, 11. Jung köşkleri: Granet, 115, 363-75.
119 “Ch’iang” kazanı: Pruşek, 39-40. Ordos tunç levhasında “K’uei” tarzında ejder: Rudenko, ANorthern nomads”, fig. 10 (Rudenko bu şekle kurt demektedir: bkz. Esin, “Tös”, pl. I a). Kaplumbağa tasvîrli mühür: Chavannes, TP (1907), 216. Tabgaç bayrağında kurbağa: Toba 357. Kuzey Chou sikkelerinde Kuzey timsâlleri yılan ve kaplumbağa: Eberhard, “Lokalkulturen” 33. Türklerde Kuzey timsâli Kara-yılan: Böl. II, not 22. Kök-Türk Kagan soyu mezarlarında kaplumbağa heykeli: Klyaştornıy-Livşitz, 121.
120 Chavannes, “Le cycle”, 83-5; Bazin, Calendriers. Oniki hayvan adı aylar için de kullanıldı: Williams, “Twelve terrestrial signs”. Oniki hayvanın yön tanrıları ile karışması: Granet, 306-307. Otag ve kubbe, ekserî boyları Türk olan kadîm “Chou”ların Çin’de katkısıdır: bkz. yuk. not 118.
121 Bkz. yuk. not 107.
122 Granet, indeks, “Drapeau”. Choularda tuğ: ibid., 268, 69, 279, 216, 457 v. d. Doerfer, “Tuğ”. Sanatta yırtıcı kuş başı motifi “Tik” akınları devrinde Şimâli Çine yayıldı: Watson, China, 161­63. Türkçe kutuz, kutaz şekillerinden Arapça kutâs: Pelliot, Marco-polo, I, 96.
123 Pruşek, 145. Chavannes, TP (1905), 560-67. Grumm-Grjimaylo, 18. De Groot, I, 8 (Çin fagfurû Mu, M. Ö. 1000-947 arasıda, “Jung”lardan dört ak geyik ve kurt ganîmet almıştı). Çinli olmayan kuzey-batılılardan “Chou”lara akrabâ bir sülâlenin yırtıcı kuşa ve geyiğe benzemesi: Granet, 373. “Hu” görünüşü: Franke, “Türvölker”, 5. Yırtıcı kuş, pars, ejder, at rivâyetleri: Granet, 115, 365-75 ve “Lokalkulturen”, 135-37, 234-35. Pars ve kaplan motifi: bkz. yuk. not 109 ve aşağıda not 137. Geyik ve dağ keçisi: bkz. yuk. not 34-35, aşağ. not 137. Böri: bkz. yuk. not 65-69.
124 Yırtıcı kuş: bkz. aşağ. not 138.
125 Bkz. yuk. not 15 ve 99.
126 Bkz. yuk. not 109.
127 Granet, 113, 365-75. “Lokalkulturen”, 135-37, 234-35.
128 Bkz. yuk. not 77 ve 110.
129 Bkz. yuk. not 109.
130 Bkz. yuk. not 55 ve 108.
131 Pruşek, 151, 132. “Chou” av merâsimi: aşağ. not 137.
132 Pruşek, 39-40.
133 Chou’ların “Ti” memleketinden geldiği: Se-Ma-Ts’ien, I, 212. Chou’-ların ekserî boyları Türk idi: Eberhard, Çin, 17, 33.
134 Bugünki Shensi güneyinde, Pan-p’o daki “kerekü” şeklinde yapı: Watson, Cwttization, fig. 10. Çinde otag ve kubbe şekilleri ekserî boyları Türk olan kadîm Chou’ların katkısıdır: Eberhard, “Lokalkulturen”, 1/9; 21/3-4, Chou’larm gök ibâdetinin ve kubbeli yapılarımn tesîri olarak M. Ö. III. yüzyılda Ch’in hükümdârının mezarında kubbenin gök şeklinde astral tezyînâtı: Eberhard, “Lokalkulturen”, 23-4. Chou devrinde ocak ibâdeti: Granet, 306-308, 431-32, 500-501. Türklerde ve Mogollarda kubbe, otag ve ocak ile ilgili merâsimler ve âdetler: Esin, “Oldrug-turug”.
135 Bkz. yuk. not 134.
136 Ocak mabûdesi: Granet, 381-94. Umay: Böl. III, not 88.
137 Av âyîni: Granet 91 (not 1), 109-11 ve not 1; Bodde, 57 ve 327-39. Ongun tayîni: Granet, 380. Avlanan hayvanın kut getiren ongun olması ve ongunun özünün avcının rûhuna hulûlu: ibid., 91­2 (n. 1), 103, 169, 216. Chou’larda kutlu dağ, orman, efsanevî hayvanlar, geyik, “kutu” ve ölümsüzlük otu: bkz. yuk. not 77, 110, 126-127; Böl. II, not 28. Türklerde av, kurban ve şölen: bkz. Böl. III, not
106, 133-134. Clauson, “Aş”, “Özüt” (“TT” VII, ’25/8’e atf) “Tolu”: bkz. Tarama. Avcı kaplan tasvîrleri:
Rudenko, Noin-ula, 57 (Ordos); Jettmar, fig. 98 (Altay, Başadar). Kaplan alp timsâli idi: Granet 282, 326 (not). Türklerde Tonga (kaplan) adı veya unvânı: Kâşğarî, “Toriğa”.
138 Kadîm Çin’de göğe adanan kurbanların yırtıcı kuşlara yedirilmesi. Ts’ung Tung Chang, 203, 234; Granet, 527-28, ” 547-48, 266. Adam kaçıran baykuş heykeli: Brentjes, “Westtrift” res. 1. Buddhist remz: Çagatay, Altun yaruk, 620/20-93. Aynı hikâye daha eski (M. V. yüzyıldan) Çince metinde de mevcuttur.
139 Pruşek, 39-40.
140 De Groot, I, 8. Granet 252, not 6. Pruşek, 28.
141 De Groot, I, 18-9, 25.
142 Pruşek, 68.
143 Pruşek, 208.
144 Granet, 275.
145 Ibid.
146 Shiratori, “Queue”, 1, 2 ve Chavannes, TP (1905), 521-25.
147 Chavannes, TP (1905) 521-25.
148 Chavannes, TP (1905), 521-25.
149 Chavannes, TP (1905) 521-25 ve de Groot, I, 20.
150 De Groot, I, 24. Chavannes, TP (1905), 521-25.
151 Gumilev, “Din-lin” 22 (Biçurin I/43’e atf).
152 Granet, 373; Franke, “Turkvölker”A 4; Chavannes, TP (1905), 521-25; “Ti” lerin anthropolojisi hakkında kaynaklar: Gumilev, “Din-lin”, 21 ve Grumm-Grimajlo, 16. Kırgızların ve bazı Kök-Türklerin kızıl saçlı ve yeşil gözlü olduğu hakkında Kök-Türk devri kaynakları; Şimâl, 67-9, 105; Levin-Potapov, 345.
153 Ordos plastikleri: Rudenko, Noin-ula, 65-77, 150-151, 153 ve Jettmar, Steppenvölker, 159-73. Chou devrinden küçük tahta heykel • Cleveland Museum of art no 61 206.
154 Cheng, CUou, pls. 30, 43 b.
155 Rudenko, Noin-ula, 65, 77, 150-151, 153.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pazırık Kurganları

Göç Destanı

ORTA ASYA OĞUZ BOYLARI TARİHİNİN BAZI MESELELERİ Prof.Dr.Sergey G. AGACANOV